25 Eylül 2009 Cuma

İktisat Bilimine Giriş - İktisadi Doktrinler (2)

İKTİSADİ DOKTRİNLER

1- Eski Yunan'da İktisadi Doktrinler


Eski Yunan'da iktisadi olaylar henüz gelişmemiş, dar bir alanda sıkışıp kalmıştır. Çok defa bu olaylar şairlere, filozoflara ve tarihçilere konu oluyordu. Böyle bir ortamda, iktisadi olayların gelişmesi ve milli olmaktan çıkıp uluslararası bir nitelik kazanması hiç şüphesiz beklenemezdi. Aslında, Eski Yunan'ın çeşitli eserleri daha çok felsefi ve siyasi sorunları yansıtıyordu.

Yunanlılar iktisadi olaylarda neden etkisiz kalmıştı? Bu sorunun yanıtı başlıca üç şekilde verilebilir;

a) Ekonomik olaylar henüz kendini hissettirecek kadar göze batmıyordu. İktisat ayrı bir bilim olarak ele alınmamıştır.

b) Yunanlılar, en iyi devlet şekli ile ilgili konulara aşırı derecede yer ve önem verince ekonomik olaylar gözden kaçmıştır. Çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar ve savaşlar en iyi devlet şeklini bulmaya zorlamıştır.

c) Felsefenin ön planda olması da iktisadi düşüncenin gelişmesine engel olmuştur. Felsefenin üstünlüğü ise şu sebeplere bağlanabilir:

i - Devlet, kişiden üstün tutulmuştur. Kişi, kendini site uğruna feda etmelidir. Kişinin refahı sitenin refahı demektir.
ii - Genel olarak, eşitlik fikri üzerinde durulmuştur. Eşitlik anlayışı veya kısıtlamalar toprak dağıtımında da görülür.
iii - Servet hor görülmüştür. Servet hırsı insanlar arasındaki ilişkileri bozar, Site'nin huzurunu kaçırır.
iv - Statik bir nüfus görüşü benimsenmiş, yani nüfus miktarı sınırlandırılmıştır ve ihtiyaçlar kısılmıştır.

Böyle bir görüşün ortaya atılmasında rol oynayan önemli faktörlerden biri de, toprakların yetersiz ve verimsiz olmasıdır. Her şeye rağmen, ilgi çekici ve zamanımıza kadar gelen bazı düşünceleri özetlemek faydalı olacaktır;

Sofistler

Sofistler hatip filozoflardı (Gorgias, Protogoras vs.) Onlar bireyciliği, ferdiyetçiliği göklere çıkararak devlete, otoriteye ve geleneklere karşı cephe almışlardır. Birey herşeyin üstündedir, gerçeğin ölçüsüdür. Çünkü gerçek yalnız akılla bulunabilir. Bilgiler kişiden kişiye değişebilir. Sofistler, akıl sayesinde o zamana kadar kabul edilen bütün düşünceleri (dini, moral, siyasal, ekonomik vs.) şüphe ile karşılamışlardır. Düşünce hür olmalıdır. Dış ticareti iyimser bir gözle görüyorlardı. Çünkü ticaret insanları birbirine yaklaştırır, insanlar arasında ilişkileri kurar. O halde, ticarete geniş ölçüde yer ve önem vermek gerekir.

Sofistler, diğer yandan, köleliği eleştirirler. Köleliği benimseyen Aristo'ya karşı isyan bayrağı açarlar. Aristokrasinin üstünlüğünü şiddetle redderler. Sofistlerin bireyciliği, modern anlamda demokratik bir anlayışın sonucuydu denebilir.

Xenophon

Sokrat'ın öğrencisi olan Xenophon (M.Ö 430-335) ''Economique'' adlı eserinde ''iyi bir ev idaresinin ilkeleri''ni çizdikten sonra ''Attique'nin gelirleri'' eserinde de Site'nin mali buhranına karşı alınabilecek tedbirleri araştırır. Servetin en iyi kullanım biçimleri üzerinde durur. Adeta bugün ''Devlet Sosyalizmi'' adı verilen bir sistemi önerir. Devlet mağazalar, maden işletmeleri kurmalıdır. Xenophon'a göre, paranın değeri yapıldığı metale bağlıdır. Bu bakımdan, metalist (külçeci) görüşün öncüsü sayılabilir. Ekonomik faaliyetlerden tarımı, ticarete tercih eder. Sanayi ve ticaret huzursuzluk yaratır. Tarıma önem veren devletler hem istikrar sağlamışlar, hem de uzun süre imparatorluk kurmuşlardır.

Ona göre, bir ülkenin zenginliği üretebileceği mal miktarı ile ölçülür. Servetin kaynağı ise doğa (tabiat) ve emektir.

Platon (Eflatun)

Bir aristokrat aileden gelen Eflatun (M.Ö 428-347), hem büyük bir düşünür, hem de büyük bir yazardır. Sokrat'ın öğrencisi, Aristo'nun hocasıdır. Atina'da yaşadığı sıralarda meydana gelen karışıklıklar ve adaletsizlikler, devletin kötü yönetimi onu ''Republique'' (Devlet) adlı eseri yazmaya iten başlıca etkenler olmuştur. ''Devlet'' veya ''Cumhuriyet'' daha çok iyi bir devletin nasıl kurulması gerektiğini açıklayan bir diyologtur.

Lois (Kanunlar) adlı eserinde ise ideal devletin temelleri atılamayınca, Eflatun daha liberal görüşler üzerinde durur, siyasal sorunlara ve ekonomik düşünceye yer verir.

Eflatun'un ekonomik görüşleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

a) Eflatun servete karşıdır. Servet edinme ve serveti arttırma hırsı, ticaret zihniyeti devletin istikrarını ve güvenini sarsar. Serveti hor görmesini şöyle açıklar; ''Altın ve erdem, bir terazinin kefelerine konan iki ağırlık gibidir. Kefelerden biri yükselince diğeri alçalır. Asiller sınıfının ruhları ilahi altınla dolmuştur, dünyevi altınla karışmasın''

Mutluluğu engelleyen servet hırsı yerine, kişilerin manevi tarafı ön plana geçmelidir.

b) İş bölümünü getirmiştir. İş bölümü, farklı ihtiyaçlardan ötürü, herkesin kendine uygun ve kapasitesine göre bir işte çalışmasını sağlayacağından, hem dengeli ve adaletli bir devlet kurulabilecek, hem de daha az emek harcanarak üretimin artışı mümkün olacaktır. 18. yüzyılda ise Adam Smith iş bölümünü ele alıp onu bir teori haline getirecektir.

Eflatun, iş bölümünün sebebini, herkesin farklı kapasitelerde doğması ve ihtiyaçların farklı olması ilkesine dayandırmaktadır. Bu bakımdan, Devlet adlı eserinde toplumu üç sınıfa ayırır;

i - Hakimler, asiller, yöneticiler
ii - Muhafızlar
iii - Her çeşit üreticiler (köylüler, işçiler)

Hakimler ve muhafızlar, toplumun üst sınıfını oluşturur. Eflatun'a göre bunlar özel olarak eğitilmeli ve yetiştirilmelidir. Onlar için para ve özel çıkarlar, özel mülkiyet söz konusu değildir. Aksi durumda çatışmalar başlar, site yönetimi bozulur. Hakimler hiçbir meslek sahibi de olamazlar ve üretime katılamazlar.

Muhafızların görevi ise daha çok Site'yi dış tehlikelere karşı korumak ve iç güveni sağlamaktır.. Bunlara da özel mülkiyet tanınmamıştır.

Üçüncü sınıfa gelince, bu sınıf üretimle uğraşır. Her türlü tüketim ihtiyacını bu sınıf sağlar. Özel mülkiyet hakkı sadece bu sınıfa tanınmıştır.

c) Bireyciliğe ve ilke olarak özel mülkiyete karşıdır. Bunun yerine kollektif mülkiyeti önerir. Amaç, çıkar çatışmalarını önlemek, devlet çıkarlarını ön planda tutmaktır. İdeal bir devlet tipi olarak da aristokratik komünizmi savunur. Ancak, bu komünizm, zamanımızın materyalist komünizminden farklıdır. Aristokratik komünizm denmesinin sebebi ise yönetici sınıfının özel mülkiyetten yoksun bırakılmasıdır.

Ne var ki, Eflatun hayatının sonlarına doğru, Kanunlar adlı eserinde ideal devlet şeklinin uygulamadaki güçlüğünden dolayı, özel mülkiyete sınırlı da olsa yer veriyor. Ancak, özel mülkiyete dayanarak arazinin genişletilmesine karşı çıkıyor.

d) Sınırlı bir nüfus önerisi. Eflatun'a göre nüfus miktarı arttırılmamalıdır. Nüfus fazlası ya göçe zorlanmalı yada nüfusu az ve boş bölgelere aktarılmalıdır. Eğer nüfus artar ve devletin sınırları genişlerse, yönetim çözümü geç sorunlarla karşı karşıya kalabilir.

e) İddihar (gömüleme) ve faize karşıdır. Fiyatlar ve karlar belirlenmelidir. Faiz, parayı zenginlik sağlayan bir araç haline getirebilir. Gelir dağılımını bozabilir.

f) Nominalist bir para anlayışı getirir. Para ile ilgili görüşlerine gelince, Eflatun, paranın nominal (itibari) değeri üzerinde durur. Para bir semboldür, zenginlik değildir, bir araçtır. Bir mübadele aracıdır. Paranın değerini toplum belirler.

Menkul değerlerin (servetlerin) çok kısa zamanda artması karşısında filozoflar endişeye kapılmışlardır. Çünkü servetin çoğalışı sosyal bir dengesizliğe yol açacaktır. Para ise bu sosyal karışıklığı arttıracak olan faktörlerin başında gelir. Eflatun iki çeşit para sistemi üzerinde durmuştur:

- İç ödemelerde itibara dayanan para (kağıt para) tedavül etmeli.

- Dış ödemelerde değerli metal paralar kullanılmalıdır.

Eflatun'un görüşleri zamanımıza kadar devam etmiş, enflasyon ve devalüsyon gibi ekonomik olaylarda etkili olmuştur.

Aristo

Eflatun gibi, yaşadığı toplumun ve çevrenin etkisi altında kalan Aristo'nun ekonomisi bir aile ekonomisidir, yani ailenin tüketimi için üretim yapılmaktadır. Kar amacıyla servet yaratan faaliyetlere ''Krematistik'' adını vermiştir.

Aristo'nun görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:

a) Aristo ekonomiyi ikiye ayırır;

i) Ev ekonomisi: Faydalı ve zaruridir. Genel olarak aile tüketimi için yapılır. Bazen de malın malla mübadelesine gidilebilir. Üretici malı satar, tüketici alır. Amaç kar elde etmek değildir. Burda para mübadelelerde kullanılan bir araçtır. Para nominal (itibari) bir servettir ve tüketimi geciktirir. Tarım ürünleri doğal servettir. 18. yüzyılda kurulan Fizyokrasi, bu görüşe dayanacaktır.

ii) Ticari ekonomi. Tekrar satmak için mallar satın alınır. Mübadele bir kazanç sağladığından ticari ekonomi tabiata aykırıdır. Diğer bir deyişle, ticari ekonomi tamamı ile paralı mübadeledir. Dış ülkelerle yapılan mübadeleler Site'nin dengesini bozacak yabancı unsurlar getirebilir.

b) Aristo ekonomiyi ''devlete gelir sağlamak sanatı'' olarak tanımlar. Ancak bu tanım, ortaçağda tekrar tartışmalara yol açarak ''devletin gelirinin halkın gelirine bağlı'' olduğu görüşü kuvvet kazanır. Hatta daha da ileri giden ortçağ düşünürleri, ekonominin bir sanat olarak toplumu zenginleştirmesi görüşünü savunurlar. Ne var ki, çok geçmeden üretim artışının ve ekonomik gelişmenin kişisel çabalarla gerçekleşebileceği görüşü yaygınlaşacaktır. İşte sanat anlayışı yerine, bilim anlayışının geçmesi, ilktisat biliminin doğmasında büyük rol oynacaktır. Çünkü, bilim tanımı gereği olaylar arasında ''genellik'' ve '' süreklilik'' arar.

c) Aristo ürünlerin iki türlü değeri olduğunu söyler.

i) Kullanma değeri. Bu değer ürünün faydasını ifade eder ve subjektiftir. Başka bir deyişle, kullanma değeri, bir ürünün bir kimseye sağladığı fayda ile ölçülür.

ii) Mübadele değeri. Bu değer ise ürünlerin birbiriyle mübadele edebilme durumuna bağlıdır ve daha çok objektif ölçülere dayanır. Mübadele değeri piyasa değeridir, yani ürünün maliyet fiyatıdır.

Aristo'ya göre, bir malın değeri ona harcanan emek ile ölçülür. Mübadele sonunda iki taraf da ihtiyaçlarını tatmin etmiş ve dengeye varmış olur.

d) Faiz, trampa ekonomisine ''malın malla mübadelesine'' aykırı düşmektedir. Çünkü para, niteliği bakımından, para doğurmaz. Yani para üretimde bulunmaz. Mübadeleler eşit koşullarda olmalıdır. Faiz haksız servet elde etme yolunu açar. Bu düşünce tarzı da ortaçağda kilise üzerinde büyük etki yapmıştır. Faiz adalete aykırıdır. Faiz, çalışan başkasından haksız olarak alınan paradır. Faiz, Yunancada yavrulama anlamına gelmektedir. Önemli olan para artışı değil üretim artışıdır. Faiz üretimden değil, paradan doğan bir fazlalıktır.

e) Aristo, Platon'un Aristokratik komünizmini veya sosyalizmini de kabul etmez. Onun kollektif mülkiyet anlayışı yerine özel mülkiyeti savunur.

Aristo'ya göre mülkiyet doğaldır. Eşyanın niteliğine uygundur. Herkes, genel olarak emeği ölçüsünde özel mülkiyete sahip olabilir. Ancak miras hakkı, sevet birikimi yönünden sınırlandırılmalıdır.

f) Devleti, Eflatun'un önerdiği gibi, asiller veya hakimler değil, bilgeler yönetmelidir.

g) Köleliği benimser. Köle bir mal gibidir. Efendisi için çalışır. Üretimi, aşağılık (adi) bir iş olduğundan köle yapmalıdır. Köle aynı zamanda bir araçtır. Aslında bazı kimseler köle olmak amacıyla yaratılmıştır. Bilindiği gibi, Aristo insanı, hayvandan ''akıl'' yolu ile ayırır. Köleler akıldan yoksundur, doğuştan yeteneksizdir.

h) Eflatun gibi istikrarlı ve dengeli bir nüfusa taraftardır. Ancak Aristo daha ileri giderek, nüfusun istikrarında doğumların kontrolünü savunur.

i) Eflatun gibi idealist sayılmaz. Bu bakımdan, tecrübeye ve realiteye önem verir. Olayları gözetler, analiz yapar. Kişisel çıkarlar çalışmayı özendirir görüşü, Aristo'yu realist yapmıştır. Bir kimse hiç tanımadığı bir diğer kimsenin yerine çalışmaz. Bir kimsenin kendi için daha çok çalışması doğaldır

Aristo ve Eflatun'un benzer görüşleri de şöyle özetlenebilir.

i) İkisi de tarıma önem verir.
ii) Yabancı unsurlara, dış ticarete ilke olarak karşıdırlar.
iii) Servete ve ekonomik gelişmeye taraftar değillerdir.
iv) Faizi reddederler. Faizi ekonomik yönden çok, ahlaki yönden incelemişlerdir.
v) Ekonomik doktrin görüşleri de genellikle, ekonomik kurallar dışındaki faktörlere dayanır.
vi) Devletin varlığını kabul ederler.
vii) Üretimi ve her türlü işçiliği kölelere, fakirlere ve yabancılara bırakırlar.
viii) Eşitliği kabul etmezler. Çünkü insanlar eşit doğmazlar.
ix) Nominalist (itibari) para görüşünü ileri sürerler.


Romalıların İktisadi Doktrinleri

Romalı filozoflar, eski Yunanlılar gibi filozof değil, daha çok hukukçu idiler. Bu bakımdan, formüllerle belirtilmiş açık ve seviyeli bir iktisadi düşüncelerine pek rastlanmaz. Bütün faaliyetler serveti hor gören felsefe değil, politika içinde, politika açısından incelenmiştir.

Ekonomik çevre Antik Yunan'a oranla daha genişti. Fakat, artan nüfus, ihtiyaçlar ve askeri harcamalar, sosyal ve siyasal düşüncelere fetihçi, savaşçı ve dışa yayılmacı bir ruh hakim olmuştur. Romalıların amacı Akdenizi egemenlikleri altına almaktı. Böylece, Roma, özellikle Akdeniz ülkelerinin mallarını toplayan büyük bir piyasa halini almış, büyük ticaret şirketlerine bile sahne olmuştur.

Roma devletinin tarihsel gelişimi, askeri ve siyasi bir karakter taşıdığı için egemenlik ruhunu ön plana çıkarmıştır. Servet, bu üstünlüğü sağlayacak tek araçtır. Yoksa fetih ruhuna dayanan servet, bir refah unsuru değildir. Örneğin, büyük yollar ''alt yapı'' iktisadi bir amacın gerçekleşmesi uğruna değil, daha çok politik ve askeri amaçlarla yapılmıştır.

Romalılar, Yunanlıların ilgilenmedikleri bir sahaya da yönelmişlerdir. Hukuk. Roma hukuku iktisadi düşünce tarihine önemli bir katkıda bulunmuştur. Çünkü hukuktaki çeşitli konular (serbest sözleşmeler) ekonomide liberal doktrinin temelini hazırlamış ve iktisat biliminin doğmasında önemli rol oynamıştır.

İlham kaynağını Yunanlılardan alan Roma düşünürleri, ekonomik gelişmeye kötümser bir gözle bakıyorlardı. Seneca, Marcus Aurelius, Epiktetos ve bütün stoisyenlere göre tabiata hakim olmak değil, bağlı olmak gerekir. Mutluluğa arzuların arttırılması ile değil, frenlenmesi ve ihtiyaçların sınırlandırılması ile varılabilir.

Caton, Varron ve Columelle gibi düşünürler, ekonomik faaliyetlerde ön sırayı tarıma vermişlerdir. Columelle küçük enstansif (yoğun) tarımı över. Ona göre zenginlleşmenin en iyi yolu tarımdır. Bu düşünce, fizyokratik doktrinin kurucusu Dr. Quesnay üzerinde çok büyük bir etki yapmıştır. Columelle, ticaretin daha az garantili olduğunu söyler. Toprağın verimi ise devamlıdır. Toprak gübrelenirse daha bol mahsul alınacaktır. Tarım üretimi, üreticilerin çıkarlarına değil, toplumun ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır. Ticaret tarıma zarar vermemeli, tarım ürünleri dış rekabetten korunmalıdır.

Roma'da tarım oldukça gelişmiş bir düzeyde idi. Fakat toprak sahipleri olan çifçilerin yerini esirler alınca, küçük mülkiyete dayanan enstansif tarım şeklinden, büyük mülkiyete dayanan ekstansif (yaygın) tarım şekline geçişmiştir. Lutifundia adı verilen büyük malikanelerin doğru da böyle olmuştur. Bu arazi rejimini doğuran başlıca faktörler şunlardır;

a) Fethedilen toprakların büyük bir parçasının kumandanların alması.

b) Askere gidip de, dönemeyenlerin ortada kalan topraklarının satılması, dönenlerin de elinde araç, gereç, sermaye bulunmayışı yüzünden, kredi faizlerinin olmasından topraklarını satmaları.

c) Devletin bazı toprakları zorla ele geçirmesi.

d) Toprağın bir şöhret faktörü sayılması ve toprakların güçlüler tarafından alınması.

e) Ucuza ithal edilen tarım ürünleriyle rekabet edemeyen ve sosyal hakları olmayan köylülerin topraklarını satmak zorunda kalmaları.

Bu dengesizliği düzelmek amacı ile, bir devlet adamı ve güçlü bir hatip olan Tiberius, daha çok fakirleri ve orta sınıfı bu çöküntüden kurtarmak, toprak sahiplerinin hakimiyetini azaltmak için, bir toprak reformu istemiş ama bu amacına varamadan ölüdürülmüştür.

Özel Mülkiyet


Özel mülkiyet, daha geniş anlamda Roma hukuku ile kendini gösterir. O derece ki özel mülkiyet ''mutlak bir hak'' olarak savunulur. Mutlak bir hak demek, kamu yararı dışında, mülkiyete hiçbir şekilde müdahale edilemez demektir. Mülk sahibi, mülkünü istediği gibi tasarruf edebilir, isterse toprağını ekmeyebilir, satabilir.

Öte yandan, kamu hukuku, özel hukuk, şahıs hukuku ve eşya hukuku ayırımı da, Roma hukukunun en önemli yeniliklerinden biridir.

Özel mülkiyet önce menkullerde, yani taşınabilir mallarda görülür. Bunda özel sözleşmelerin rolü büyük olmuştur. Özel mülkiyet daha sonra, gayri menkullere de (bina, toprak gibi) geçmiştir.

Müdahalecilik


Müdahaleciliği doğuran başlıca sebepler arasında özellikle besin maddelerinin güç temin edilmesi ve savaşların uzun sürmesi söylenebilir. Bu bakımdan, devlet ürün piyasasına el koyarak, yüzyıllarca devam eden bir çok müdahaleci kanunlar çıkarmıştır. Örneğin, devletin aldığı ürünlerin fiyatları, serbest piyasa fiyatının altında belirlenerek narh fiyatları uygulanmıştır. Başka bir kanunla da, ekmeğin doğrudan doğruya devlet tarafından satılması kararlaştırılmıştır.

Uzun süren müdahaleciliğin, amacına vardığı söylenemez. Mali yönden bütçe açıkları artmış, sosyal yönden halkın tembelliğine sebep olmuş, kara borsaya ve kaçakçılığa yol açmıştır.

Bireycilik (Ferdiyetçilik)

Bundan amaç özellikle hukuk anlanında sözleşmelerin serbestçe yapılabilmesidir. Bu düşünce, yavaş yavaş iktisadi faaliyetlerde de serbestliğin yayılmasında etkili olmuştur. Özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü de, ticari ilişkileri geliştirmiş, paranın önemini artırmış ve ödünç alma-verme, yani faiz olayı gerçeği anlaşılmıştır. Bu amaçla, 12 Levha Kanunlarında faiz oranları belirlenmiş, tefecilik yasaklanmıştır.


Orta Çağın İktisadi Doktrinleri

5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen süre içindeki genek ekonomik durum şöyle özetlenebilir.

Üretim hemen hemen tarım kesimine dayanmaktadır. Kölelik sistemi caridir. Mübadele ekonomisi gelişmemiş ve aile kadrosunun dışına pek çıkmamıştır. 11. yüzyıldan itibaren toplumlar canlanıp, 13. yüzyılda yeni mübadele anlayışı başlamış, şehirler yeni ekonomik hayatta aktif bir duruma geçerek bir mübadele bölgesi halini almıştır. Büyüyen bu şehirlerde insanlar, hem dış tehlikelere hem de, büyük toprak sahipleri olan senyörlerin tutumuna karşı birleşmiştir.

Böylece, şehirler zenginleşiyor ve hürriyetlerine kavuşuyorlar. Bağımsız şehirlerde burjuvazi gelişiyor, çalışan sınıf baskılardan yavaş yavaş kurtuluyor. Korporasyonlar (Loncalar) oluşuyor. Lonca, italyanca loggia kelimesinden türemiş olup, oda, hücre anlamına gelmektedir.

Gerçi yeni ekonomi şeklinde mübadeleler yine sınırlı, üretim zayıftır ve talebe uygun şekilde yapılmaktadır. Ama piyasalar genişledikçe, köy-şehir mübadelesi ve ilişkisi artıyor, büyük piyasa olan fuarların doğuşu ile ticaret bölgelerarası bir nitelik kazanıyordu. Daha çok ve daha istikrarlı mübadeleler de para ve kredinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu fuarlar, modern ticari kapitalizmin doğmasını kolaylaştıracaktır.

Loncalar (Korporasyonlar)

Loncalar, Ortaçağın küçük sanayi kuruluşları veya mesleki kuruluşlarıdır. Loncalarda kullanılan üretim faktörleri mal sahibinindir. Bu kuruluşların bir özelliği de üreticilerle tükeciler arasında bir sınıfa yer verilmemesidir. Lonca, üretim ve bu üretmin pazarlanması mekanizmasının çok katı kaidelerle bağlanmasıdır. Loncalarda üretim miktarı ve kalite sınırlandırılmıştır. Üretim koşullarına uymayanlar cezalandırılırdı.

Zamanla loncalarda monopol zihniyeti belirmiş ve teknik yeniliklerin, yeni üretim yöntemlerinin uygulanması engellenmiştir. Başka bir deyişle, Loncalarda ihtiyaçların, zevklerin ve davranışların istikrarlı olması, üretimin sipariş üzerine yapılması, rekabetin ve tekniğin gelişmesini önleyen faktörlerdendir. Ne var ki, 15. ve 16. yüzyıllarda ekonomik şartlar değişince, daha fazla üretim için de daha fazla sermayeye ihtiyaç duyulmuştur. Ayrıca, Amerika'dan Avrupa'ya büyük ölçüde akan altın paraların sebep olduğu fiyat yükselişleri de dikkate alınırsa, loncaların dar bir alanda artık tutunamayacağı anlaşılmıştır.

Öte yandan Loncalarda ustalar ve çıraklar (işçiler) ayrımı da görülür. Ama bu ayrım zamanımızın kapitalistler ve işçiler ayırımından farklıdır. Çıraklar geleceğin ustaları olacaktır. İkinci fark ise ustalarla, çıraklar arasındaki ilişkilerin de ekonomik faktörlerden çok dini ve moral faktörlere dayanmasıdır.

Loncalarda hiyerarşi vardır. Çıraklar ve kalfalar ustanın otoritesi altındadır. Grev söz konusu değildir. Tersine iki sınıf arasında dayanışma, örf ve adetlere, dine bağlılık vardır.

Derebeylik (Feodalizm)


Derebeylik, Ortaçağ Avrupasında görülen bir çeşit siyasal, sosyal ve ekonomik düzendir. Tarımın hakim olduğu bir üretim biçimidir.

Ortaçağda merkezi otoritenin bozulması, zayıflaması sonunda dış saldırıların başlaması, korku ve güvensizlik yaratmıştır. İşte böyle dönemlerde köylüler daima bir kuvvetlinin, bir senyörün (derebeyin) himayesi altına girmişlerdi. Köylüler de bu korunma ve geçinme karşılığında topraklarını senyörlere, aristokratlara bırakmışlardır. Senyörler toprakların mülkiyetini elde etmek kaydıyla, sadece işletilmesini köylülere bırakmışlardı. İşte, bu tür mülkiyet biçimine latince ''Beneficium'', himaye altına girenlere ise ''Fidele'' adı verilmiştir. Böylece, köylüler merkezi otoriteye değil, derebeyine bağlanmışlardır. Bazen de senyörler köylülerin topraklarını zorla ele geçirme yoluna gitmişlerdir.

Feodalite çeşitli faaliyetlerin yapıldığı adeta kapalı bir ekonomiyi andırır. Bu ekonomi dışında gelişen kentlerde, tacirler senyörlere bağlanmamak ve kendi çıkarlarını koruyabilmek için birleşmişler, hatta daha fazla özgürlük elde edebilmek amacıyla kan dökmüşlerdir. Böylece, burjuvazi doğacaktır. Ticaret geliştikçe paraya olan ihtiyaç ve paranın önemi artmış ve bankerlik ortaya çıkmıştır. Bunlar kilisenin faiz yasağını dinlemeyecekler ve faiz karşılığında borç vereceklerdir. Loncalarda üretilen mallar, tacirler tarafından alınıp pahalıya satılmıştır. Ne var ki bu durum emekleriyle çalışan üreticilerle tacirler arasında çatışmalara yok açmıştır.

Feodalizm'in yıkılmasında rol oynayan belli başlı faktörler şunlardır;

a) Uzun süren savaşlar (Derebeyler savaşlarda krala yardım etmek zorundaydı)

b) Haçlı seferleri

c) Bilimsel ve teknik gelişmeler

d) Dinde reform hareketleri

Ortaçağda özel mülkiyet meşru sayılmıştır. Ancak Romalıların savundukları gibi, mülkiyet artık mutlak bir hak olmayıp, belli ölçülerde daha yumuşak ilkere bağlanmıştır. Amaç, toplumun çıkarlarını göz önünde tutmaktır. Kişisel çıkarlar, sınırlı olmak üzere kabul edilmektedir.

Zamanın düşünürlerine göre, mutlak mülkiyet hakkı sadece Tanrı'ya aittir. Mülkiyet, bir kullanma hakkıdır. Tanrı'nın verdiği bir kuvvettir. Fakirlik, mülk sahibi olmama ayıp değildir, tersine fakirlik mutluluğun en önemli koşullarından biridir.. İnsanlar böylece, kin ve hırs duygularından arınmış olurlar. Tanrı insanları eşit yaratmıştır.

Thomas Aquinas'a göre mülkiyet insan tabiatına uygundur. Özel mülkiyet insana, mallarını daha iyi kullanma ve daha iyi yararlanma imkanı verir. Ayrıca Aquinas şöyle der; ''Paranın borç verilmesi karşılığında bir pay almak (faiz) haksızlıktır, hatta hırsızlıktır. Parayı ve paranın kullanım faydasını ayrı ayrı satmak imkansızdır.''

Kilisenin ekonomik düşünceye etkisini başlıca üç noktada toplayabilirz.

Mübadelelerde eşitlik veya adil fiyat

Mübadelelerde eşitlik görüşü Aristo'nun mübadele anlayışına dayanır. Aristo'nun mübadeleleri kısırdır, yani bir değer artışı yaratmaz, aynı değerler mübadele edilir.

Ortaçağ filozofları da mübadele konusunda yeniden düşünmeye başlamışlardır: acaba bir ürün maliyet fiyatından daha yüksek bir değee satılabilir mi? Maliyet fiyatı ne olmalıdır? Bu ve benzeri sorulara yanıt verebilmek için adı geçen filozoflar ''değerin ne olduğu'', ''değerin neye dayandığı'' konusuna eğilmişlerdir.

Aquinas'a göre değer, ihtiyacın şiddeti ile ölçülür. Bu görüş ile başta Aquinas olmak üzere bütük skolastikler psikolojik bir değer teorisi ileri sürmüşlerdi. Ancak, değer ihtiyacın şiddeti ile ölçüldüğüne göre (subjektif fayda) o zaman fertler için farklı değerler ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan, objektif ve tartışılmaz bir faktör, özellikle emek faktörü üzerinde duracaklardır, ki bu da üretim maliyetlerini karşımıza çıkaracaktır. İşte adil fiyatın doğuşu böyle oluşmuştur. Emek faktörünü daha sonraları, liberal klasik iktisatçılar ve sosyalist iktisatçılar yeniden ele alacaklardır.

Adil fiyat, objektif fiyattır. Arz ve talebin kesiştiği denge noktasında belirleneceği gibi, örf ve adetlere göre de oluşabilir. Bunun içindir ki, bir ürünü maliyet fiyatının üstünde satmak günah sayılıyordu. Artık, emeğin bir fiyatı ve geliri vardı. O zaman şu sorular akla geliyor: Acaba, adil fiyata rağmen bir ticari kara yer verilecek mi? Eğer böyle bir kar varsa bunun sınırı ne olacaktır? Ucuza alıp pahalıya satmak bir hak mıdır? İşte bu ve buna benzer sorular ortçağ düşünürlerinin kafalarını uzun süre yoracaktır.

Eğer satıcı kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir kar (gelir) elde etmiş ise bu normal ve meşru sayılacaktır. Kar hırsı, kazanç hırsı ve egoistçe davranış iyi karşılanmayacaktır. Burada üzerinde durulan ekonomik faktörlerden çok, ahlaki faktörlerdir. Aquinas: ''adil fiyatın üstünde satış yapmak, bir kimsenin komşusunu aldatmasına benzer'' demiştir. Adil fiyat karşısında hem alıcı, hem de satıcı yararlanmalıdır.

Modern ekonomik araştırmaların temeli ''fayda''ya dayanmaktadır. Oraçağda ise bu çeşit araştırmalara hakim olan unsur adalettir, ahlaktır. Tatmin edici bir adalet, mübadelelerin taraflar arasında bir denge sağlamasıyla mümkündür. Adil fiyat ilkesine göre, bir taraftan fiyatlar tüketicinin mal satın alabilmesine imkan verecek kadar düşük, diğer yandan fiyatlar üreticilere biraz menfaat bırakacak kadar yüksek tutulmalıdır.

Ortaçağın düşünürleri arz ve talep mekanizmasını bilmiyor değillerdi. Ama ileri sürdükleri ilke ideal bir ilke idi. Yani ''ideal olmadan düzen olmaz'' ilkesini savunuyorlardı. Oysa 18. ve 19. yüzyılların liberalleri karşıt görüşe sahiptiler.

Adil fiyat ilkesinden, kilise adil ücret ilkesini ortaya çıkarmıştır. Adil ücret, örf ve adete, sınıf geleneklerine göre işçiyi ve ailesini yaşatacak bir seviyede olmalıdır.

Faizin reddi

Hristiyanlık, ''Düşmanlarınızı da seviniz, iyilik ediniz ve karşılığında hiçbir şey beklemeden borç veriniz'' diyordu. Kilise de faizi yasak etmiş ve haram saymıştır. Bunun sebebini anlayabilmek için fikirlerin ve olayların geliştiği çevreyi bilmek gerekir.

12. yüzyılda kilisenin hazırladığı doktrin, bugün sermaye şirketleri adı verilen firmaların kurulmasına engeldi. Bu bakımdan, aşırı kar ve haksız kazançlara imkan vermemek amacı güdülmüştür.

İkinci olarak Aristo'nun ''para parayı doğurmaz'' ilkesi yaygındı. Tefeci bedava olan ''zaman''ı satmaktadır.. Zaman ise Tanrı'nındır.

Üçüncü olarak, likit mallar (para) ve kullanılan mallar (tüketim malları) ile, reel mallar (toprak, ev..) arasında ayrım yapılmıştır. Birinci çeşit mallarda faiz söz konusu değildir, fakat ekilen topraklar verimin azalmasına yol açtığından ve evler zamanla aşındığı için bir kira ödenmesini zorunlu bırakabilir.

Ne var ki, dış ilişkilerle ticaretin canlanması, paraya olan ihtiyacı arttırmıştır. Paranın da sınırlı ellerde bulunuşu faiz oranlarının yükselmesine sebep olmuştur. Yahudilerin de faiz yasağına uymamaları karşısında Aquinas gibi bir çok düşünür, rasyonel bir faiz teorisinin zorunluluğunu duymaya başlamıştır.

Para değerindeki değişmeler


Para değerindeki değişmeler hükümdarlar için bir çeşit ''gizli vergi'' niteliği taşıyordu. Paranın değerinin de, yapıldığı metalden değil, hükümdarın veya senyörün mühründen, resminden ileri geliyordu. Kilise bu tür parasal değişmelere karşı çıkmıştır. Böylece, ortaçağda, eski yunanda da dikkatlere çarpan nominalist para teorisinin temeli atılıyordu.

Para değerinin değişmesi ile ilgili konular üzerinde duran başlıca iki düşünürün görüşleri şöyledir:

a) Saint Thomas d'Aquinas (1225-1274): Bir İtalyan din bilgini olan Aquinas'a göre hükümdar para değerinde değişmeler yapamaz. Sadece para değerini dengeli ve istikrarlı bir şekilde ayarlayabilir. Çünkü para herşeyin ölçüsüdür. Para bir mübadele aracıdır.

Ayrıca, para değeri değişince, mübadeleler güven içinde ve istikrarlı yapılmayacak ve ticaret hacmi daralacaktır. O zaman para ülkeden dışarı akacaktır. Sosyal sınıflar arasında gelir farkları doğacak, özellikle sabit gelirlilerin satın alma güçleri azalacaktır. Daha modern anlamda, moneter değişmeler enflasyona (paranın değer kaybetmesi) deflasyona (paranın değer kazanması) yol açabilecektir.

b)
Nicola Oresme (1330-1382): Ortaçağın para değerindeki değişme sebeplerini araştıran bir iktisatçı da Oresme'dir. Bir Fransız olan Oresme, iktisadi konuları, mümkün olduğu kadar din ve ahlak faktörlerinden uzak tutarak incelemiştir.

''Paranın kaynağı, mahiyeti, rolü ve değerinin değişmesi'' adlı eserinde (1366), Oresme, hükümdarın paraya hakim olabileceğini benimseyen doktrini geliştirmiştir. Oresme paranın değerindeki değişmeleri sadece moral ilkelerle değil iktisadi sebeplerle de açıklamaya çalışmıştır. Çünkü moneter değişmeler mübadelelerin hacmini etkilemekte ve böylece paranın değerini belirlemektedir. Oresme'e göre para, değerli madenlerden yapılmaıdır. Para bir değer ölçüsü fonksiyonunu da gördüğünden maden paralar bozulmamalıdır. Para miktarı değişirse fiyatlar da değişir. Bu bakımdan, fiyatlarla para miktarı arasında bir ilişki kurulabilir. Fiyatlar yükselirse para miktarı azaltılır, fiyatlar düşerse para miktarı çoğaltılır. Amaç, para miktarı ile mal miktarı arasında bir denge kurabilmektir.


İslam'da İktisadi Doktrinler

1)
İslam iktisadının bir yandan değişmeyen, her zaman ve mekan için gerçerli olan bir değerler sistemi vardır. Bunlar Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammet'in hadislerine dayanmaktadır. Diğer yandan da zaman ve mekana göre değişen yönleri vardır. Bir başka ifadeyle İslam iktisadının hem normatif, hem de objektif yönü vardır.

2) İslam'da herşey Kuran'a dayanır. Kuran'da faiz yasaklanmış ve haram sayılmaktadır. Bütün ekonomik faaliyetlerin sınırı Kuran'da belirlenmiştir. Bu bakımdan, ekonomik konulara Kuran dışında pek yer verilmez. Para, daha çok gayri menkullere (toprak) ve altına yatırılmaktadır. İslamiyet bütün bir sosyal düzenin temeliydi. Toprak mülkiyetinde özel mülkiyet olmakla birlikte kamu mülkiyetine ağırlık verilmiştir. Vakıflar da bunun bir sonucudur.

3) İslam dini kara yer verir. Ancak bu kar sınırlıdır, meşrudur, tarafların zarar gelmesini istemez. Aslında İslam dini, ticari kapitalizmin (mal ticareti) uygulandığı dönemde, daha liberal bir davranışı benimser ve karı kabul eder. Kar aynı zamanda üretime dayanmalı ve üretimi uyarmalıdır.

4) Ücretler, insanların geçimini sağlayabilecek bir düzeyde olmalıdır. Bunun belirlenmesinde de devletin rolü büyüktür.

5) İslam düşüncesinde emeğe de büyük önem verilmiştir. Ancak bu emek daha çok tarımsal faaliyetlere dayanan bir emektir. (Eski Yunanda olduğu gibi)

6) Çalışarak kazanmak meşrudur ve bir kimse kendini ve geçindirecek kadar kazanmalıdır. Güçlü ve şöhret sahibi olmak amacıyla servet edinilemez. Fakirlere ve muhtaç kimselere yardım edilmelidir.

7) Diğer mallarda da özel mülkiyet kabul edilmiştir.

8) İslam hukukunda güçlü bir merkezi otoritenin bulunduğu da söylenebilir. Ancak bu otoriteye rağmen, iktisadi faaliyetlere doğrudan doğruya müdahale edilmediği görülmüştür. Üstelik, ticaretin serbest ve rahat bir ortamda yapılabilmesi için, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, yollar vs. devlet tarafından yapılmıştır.

9) Devletin alacağı vergiler ve kullanım alanları da Kuranda açıklanmıştır. Hiçkimse ek vergi koyamaz.

10) İslamda bilimsel özgürlüğü de yer verilmiş ve bilimsel yorumlar yapılmıştır(!)