25 Eylül 2009 Cuma

Başlıca Arkeolojik Tarihleme Metodları

1 – Karbon 14 Metodu:

İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda (1949) Amerikalı kimyacı Willard Libby kendisine Nobel ödülü kazandıran bir buluş yaptı. Bu, tarih öncesi zamanla ilgili çalışmalarda dönüm noktası teşkil eden, fakat esas olarak Dünya’nın yaşı konusundaki bilgileri alt üst eden bir gelişmeydi. Libby’nin keşfi, bugün “Karbon 14” (veya radyokarbon) tekniği olarak ünlenmiş olan, organik kalıntıların yaşını belirleme metoduydu. Arkeologlar 1950’lerde bu yeni metodu kullanarak ilk tarih öncesi yerleşimlere mutlak yaşlar verdiler. Rusya ve Afrika’daki Neolitik yerlerin yaşı 50 bin yıl civarında belirlenirken, Filistin’deki Eriha şehrinin 11 bin yıl önce kurulmuş ilk insan yerleşimi olduğu ortaya kondu. Halen arkeologlar, paleontologlar ve paleoantrepologlar 50 bin yıldan daha genç olan organik malzemelerin (kemik, diş, odun kömürü vs.) yaşını belirlemek için karbon 14 tekniğine başvuruyorlar. Peki ama karbon 14 ile yapılan yaş tayinleri ne kadar güvenilirdir? Bu ve diğer yaş tayin metotları bize geçmişle ilgili ne ölçüde sağlıklı bilgi vermektedir?

Prensip basittir. Uzaydan gelen kozmik tanecikler yukarı atmosferde bulunan karbondioksit (CO2) gazı moleküllerinden bazılarıyla karşılaşırlar ve bunlardaki yaygın, olağan ve kararlı (radyoaktif olmayan) karbon 12 atomlarını sürekli olarak bombardıman ederler. Karbon 12 atomu yapısına iki nötron alarak radyoaktif özellikteki karbon 14 haline gelir. Bu sonuncusu hemen bozulmaya (desintegration) başlar ve belli bir süre sonra azot 14 gazına dönüşür. Bu arada karbon 14 ve karbon 12 önce CO2 yoluyla bitkiler (fotosentez), ardından da hayvanlar tarafından asimile edilir ve beslenme zincirine girer. Herhangi bir bitki veya hayvan için, karbon 14 atomunun dünya üstünde tabii olarak bulunan yaygın ve olağan karbondan (karbon 12) farkı yoktur; canlı her iki atomu da sürekli olarak bünyesine alır ve bunların birbirine nispeti bellidir. Bitki ve hayvan öldüğünde dışarıdan karbon alışı durur. O anda organizmada ölünceye kadar almış olduğu karbon 12 ve radyoaktif karbon 14 bulunmaktadır. Organizmadaki karbon 12 miktarı sabit kalırken, radyoaktif karbon 14 bozulmaya devam ettiğinden karbon 12’ye göre oranı azalır. Yaş tayini için alınan örnekteki karbon 14 miktarını belirlemek için, bir gram karbonda dakikada bozulma sayısını hesaplamak gerekir. Karbon 14’ün yarı ömrü 5700 yıl olarak kabul edildiğinden (yani karbon 14 atomlarının yarısının bozulması için 5700 yıl geçmesi gerektiğinden) analiz edilen organizmanın ölüm tarihi buradan bulunur. Radyokarbon nispeten nadir bulunur; bir bitki veya hayvanın yapısındaki toplam karbon miktarının sadece küçük bir kesri radyokarbondur. Yaş tayini için kullanışlı olan bu küçücük kesrin önemi Libby’nin iddiasına göre şuydu: radyokarbonun olağan karbona oranı dünyadaki bütün canlılar için daima aynıydı ve bu kolayca ölçülebilen bir şeydi. Radyokarbon oluşur oluşmaz bozulmaya başlar. Atmosferde bir miktar radyokarbon oluştuğunda, bu miktarın yarısı 5700 yıl kadar sonra bozulmuş olur (ve azot gazına dönüşür). Geri kalan miktarın yarısı da daha sonraki 5700 yılda bozulur ve ölçülemeyecek kadar küçük bir kalıntı kalıncaya kadar bu böyle devam eder. Bir ağaç, ölümünden 5700 yıl sonra, canlıyken bünyesinde bulunan radyokarbon/ olağan karbon oranının sadece yarısını ihtiva eder. 11400 yıl (veya iki yarı ömür) sonra, tabiattaki oranın sadece dörtte birini içerir. Yaklaşık beş yarı ömür, veya kabaca 30 bin yıl sonra ise, çok zor ölçülen bir kalıntı kalır, bu yüzden radyokarbon testi sadece 30 bin yıldan daha genç kalıntıların yaş tayininde sağlıklı bir şekilde kullanılabilir. Radyokarbon testi, bir zamanlar canlı olan varlıkların kalıntıları üzerinde üstünde çalışır; mesela binlerce yıl öncesine ait bir mezardaki kemikler veya ağaçtan yapılmış direkler gibi. Böyle organik bir maddenin yaşını tayin etmek için kalan radyokarbon miktarını saymak, buradan da canlının ne zaman radyokardon almayı durdurduğunu -yani ne zaman öldüğü- sonucunu çıkarmak gerekmektedir.

Testin değeri, bir papirüs parçasının veya seyrek karşılaşılan bir kafatasının ne kadar zaman öncesine ait olduğunu öğrenmek gerektiğinde ortaya çıkmaktadır. Netice itibariyle bu teknik yeryüzünde radyokarbonun (karbon 14) yaygın, olağan ve kararlı karbona (karbon 12) oranını, ve daha da önemlisi bu oranın zaman içinde sabit kalıp kalmadığını doğrulukla bilmeye dayanmaktadır. Yani testin sağlıklı işlemesi için yeryüzündeki radyokarbon/olağan karbon oranı, teste konu olan varlık hem hayatta iken, hem de öldükten sonra aynı kalmış olmalıdır, ve metodun ilk geliştirildiği günden beri de aynı kabul edilmiştir (son gelişmeler ışığında böyle bir ön kabulün doğru olmadığı anlaşılmıştır). Arkeologlar mezarını buldukları bir insanın yaşını belirlemek istediklerinde, eğer bu insan hayattayken yeryüzünde daha fazla karbon 14 mevcut idiyse, kemiklerden elde edilen yaş hatalı olacak, o insan gerçek yaşından daha genç gözükecektir. Eğer yaşarken yeryüzünde daha az radyokarbon mevcut idiyse bu durumda daha yaşlı gözükecektir.

Libby ve ekibi 1940’larda bu tekniği geliştirirken, Dünya’daki karbon 14 miktarının insanın yeryüzündeki varoluş zamanı boyunca değişmediğine inanıyorlardı; çünkü bu varoluş zamanı, Dünya’nın 4,6 milyar yıl olarak kabul edilen yaşı yanında çok küçük kalıyordu. Libby de radyokarbon oranını “denge değeri” ifadesiyle sabit kabul ediyordu. Dünya oluştuktan ve bir atmosfere sahip olduktan sonra, karbon 14’ün inşa edileceği 30 bin yıllık bir geçiş periyodu olacaktı. Bu periyodun sonunda, kozmik radyasyon etkisiyle meydana gelen karbon 14 miktarı sıfıra doğru bozulan karbon 14 miktarıyla dengelenecekti. Libby’nin terminolojisiyle, 30 bin yıl sonunda yeryüzündeki radyokarbon rezervuarı sabit duruma ulaşmış olacaktı.

Üniformitaryen jeolojiye (jeolojik zamanlar boyunca tabiattaki şartların değişmediğini kabul eden görüşe) göre, Dünya, rezervuarın dolması için gereken 30 bin yıldan binlerce defa daha yaşlı olduğundan, radyokarbon miktarı milyarlarca yıl önce dengeyi yakalamış ve insanın yaratıldığı günden bugüne kadar da bu sabit değerini korumuş olmalıdır. Teorinin bir kısmını test etmek için Libby, radyokarbonun hem oluşma hem de bozulma oranlarıyla ilgili ölçümler yaptı ve önemli bir çelişki belirleri. Buna göre, radyokarbon atmosferde bozulup ortadan kalkma hızına göre % 25 daha hızlı oluşuyordu. Libby, bu sonucu deney hatası olarak kabul etti.

Libby’nin deneyleri 1960’larda, daha gelişmiş tekniklerle çalışan kimyacılar tarafından da tekrarlandı. Söz konusu radyasyon miktarı çok küçük olduğundan (saniyede birkaç atomun bozulması) ve sonuçları bozabilecek diğer bütün radyasyon kaynaklarını seçip elemek gerektiğinden, deneyler çok hassas ölçümleri gerektiriyordu. Yeni deneyler, Libby’nin tespit ettiği çelişkinin sadece deney hatası olmadığını gösterdi; bu mevcuttu. Büyük hatalara rağmen, bugünkü tabii oluşum oranının tabii bozulma oranını % 25 kadar aştığını gösteren güçlü belirtiler olduğu, karbon 14’ün oluşma ve bozulmasındaki dengenin korunmadığı belirlendi.

Bunu, Southern California Üniversitesi’nden Hans Suess; Journal of Geophysical Research’de ve VR Switzer Science’da yazarak diğer bazı araştırmacılarla birlikte teyid ettiler. Verileri gözden geçiren Utah Üniversitesi’nden metalürji profesörü Melvin Cook, karbon 14’ün bugünkü oluşum oranının bir dakikada bir gramda 18,4 atom, bozulma oranının ise bir dakikada bir gramda 13,3 atom olduğu sonucuna ulaştı; yani aynı zaman aralığında oluşma oranı bozulmadan % 38 kadar fazlaydı. Bu keşif Cook tarafından şu şekilde izah edildi: “Bu sonucun iki anlamı olabilir: ya, karbon 14’le ilgili olarak atmosfer şu veya bu sebepten dolayı geçici inşa aşamasındadır… veya radyokarbon yaş tayin metodunun temel kabullerinden herhangi birinde bir yanlışlık vardır.” Cook, radyokarbon oluşması ve bozulmasıyla ilgili eldeki en son rakamları aldı ve buradan sıfır radyokarbona ulaşadak şekilde geriye doğru hesaplamalar yaptı. Aslında bunu yaparken, radyokarbon tekniğini kullanarak Dünya atmosferinin yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Sonuçta, Dünya atmosferinin yaşı 10000 yıl civarında çıktı. Üniformitaryen jeoloji ve Darwinci teori diyetiyle beslenip yetiştirilmiş birisi için, veya standart bir jeoloji ders kitabını açan lise veya üniversite öğrencisi için, hayatın dünya üzerinde 10000 yıl gibi kısa bir geçmişi olabileceği fikri, kaçınılmaz olarak mantıksız gözükür. Acaba radyokarbon metodu yaşı bilinen nesneler için test edilip doğruluğu tamamen gösterildi mi? Acaba bu teknik, mükemmel sonuçlarla arkeolojide geniş bir kabul gördü mü? Acaba kullanılan metotta yıllar önce herhangi bir kusur bulunmuş muydu?

Radyokarbon metodu, yaşını bağımsız olarak, mesela arkeolojik kaynaklardan bildiğimiz nesneler üzerinde denenmişti ve etkileyici başarılar elde etmişti. Test edilen ilk eşyalardan biri, Mısır’da firavun mezarından çıkarılmış olan ve bağımsız olarak 3750 yıl öncesine ait olduğu bilinen ağaç bir kayıktı. Radyokarbon denemesi 3441 ile 3801 yıl arasında bir tarih verdi; bu sadece 51 yıl gibi bir hata demekti. Fakat bu umut verici başlangıçtan hemen sonra, metot için zorluklar başladı ve sonraki denemeler anormal yaşlar verdi.

Anormal yaşlarla ilgili son örneklerden birisi şuydu: 1991’de Güney Afrika’da açık arazide bulunan kaya resimleri Oxford Üniversitesi tarafından analiz edilmiş ve yaklaşık 1200 yıl yaşlı olduğu hesaplanmıştı. Bu önemliydi, çünkü bunlar bölgede bulunan ilk açık arazi resimleriydi. Fakat, bu konuda çıkan haberler Capetown’da oturan bayanın, Joan Ahrens’in dikkatini çekti. Ahrens resimleri tanıdı; bunlar kendisinin resim dersinde yaptığı ve daha sonra bahçesinden çalınan resimlerdi. Bu gibi olayların anlamı şuydu ki, yanlışlıklar, yaş tayin tekniklerini bazı dış metotlarla kontrol etme şansına sahip olduğumuz böyle seyrek durumlarda ortaya çıkarılabilirdi sadece. Böyle dışarıdan araştırma imkanları mevcut değilse, karbon tekniğinin verdiği hükmü kabul etmek zorunda kalıyorduk.

Bu anormal keşiflerle ortaya çıkan durum Introduction to Prehistoric Archaeology adlı eserde şöyle özetleniyor: “Yıllardan beri, muhtemel hataların… nisbeten küçük etkileri olabileceği düşünüldü, fakat radyokarbon yaşlarıyla ilgili yakın zamanda yapılan araştırmalar, karbon 14’ün atmosferdeki tabii konsantrasyonunun hesaplanan yaşları belli dönemlerde önemli ölçüde etkileyecek kadar değişmiş olduğunu gösteriyor. Değişim miktarı teorik olarak tahmin edilemediğinden, karbon 14 ile gerçek takvim arasında korelasyon yapabilecek mutlak kesinlikte paralel bir yaş tayin metodu bulmak artık zorunlu olmuştur.”

2 – Ağaçların Büyüme Halkaları:

Radyokarbon yaş tayinini teyit etmek için başvurulan paralel tayin metodu, California ve Nevada dağlarının yüksek kesimlerinde yetişen ve Yeryüzü’ndeki en yaşlı canlı varlık olan ilginç bir ağaç, Bristlecone Çamı üzerinde testedilmiştir.

Bristlecone Çamı, Arizona Üniversitesi’nden Charles Ferguson tarafından dendrokronoloji (ağaç halkalarıyla yaş tayini) bilimini geliştirmek için kullanılmıştır. Bu yararlı bir ağaçtır, çünkü çok uzun yaşamaktadır ve halkalarındaki ardışıklıkların geçmişteki belli yılları temsil ettiği söylenmektedir. Bu durum, genç bir ağacı daha yaşlı ağaçlarla (ölmüş ağaçlar da dahil) mukayese etme imkanı vermekte ve sonuçta ağaç halkası kronolojisi giderek daha geri tarihlere çekilmektedir. Alınan ağaç örneklerindeki belli diziler incelenerek yapılan yaş tayinleri Ferguson’a günümüzden 8200 yıl öncesine uzanan bir ana kronoloji inşa etme imkanı vermiş ve bu da radyokarbon yaşlarındaki değişimlerin doğruluğunu test etmekte kullanılmıştır. Hans Suess, üzerine ana kronolojinin bine edildiği Bristlecone çam örneklerinin yaşını bir de radyokarbon yöntemiyle tayin ederek bir sapma cetveli hazırlamıştır. Bu cetvel teoride radyokarbon metodunun yanlışlıklarını 10000 yıl öncesine kadar düzeltme imkanı vermektedir. Fakat cetveller için bir kalibrasyon metodu henüz geliştirilmiş değildir. Yani geçmişten bugüne çok iyi bildiğimiz sabit bir kriter bulunmamaktadır.

Radyokarbon tekniğinin mucidi Libby, önemli sapmaların olabileceğini başlangıçta düşünmemişti. “Bu tekniği geliştirdiğimizde” diyordu Libby, “elimizde en küçük bir delil olmamasına rağmen, kozmik ışınların sabit kaldığını varsaydık. Fakat şimdi değişim olduğunu biliyoruz.”

Yakın zamanda tartışmaya yeni bir zorluk daha girmiş bulunuyor. Dendrokronolojinin dayandığı temel prensip -her yıl ağaç halkası oluşur- sorgulanıyor. Encyclopaedia Britannica’da Holosen dönemiyle ilgili olarak dendrekronoloji çalışmalarını yazan RW Fairbridge şunları söylüyor: “Ağaç halkası analizlerinde bazı tuzaklar keşfedildi. Zaman zaman, çok şiddetli geçen bir mevsimde, büyüme halkası oluşmayabilir. Bazı enlemlerde, ağaç halkasının büyümesi nem ile, bazılarında sıcaklıkla doğru orantı göstermektedir. İklim açısından bu iki faktör farklı bölgelerde genellikle ters orantılı bir ilişki içindedir.” Aynı şekilde, eğer büyüme baharda başlar, sonra vakitsiz soğuklardan dolayı durur ve tekrar başlarsa, bir yıl içinde iki halka da gelişebilir ve bu yanıltıcı olur. Sonuçta, iklim değişiklikleri, düzeltme cetvellerinde Bristlecone çam yaşlarıyla ilgili değişiklik yapmayı gerektirmektedir. Burada anahtar soru, karbon 14’ün oluşma ve bozulma oranı arasındaki uyuşmazlığın nasıl açıklanacağıdır.

2001 yılında Bahama adalarındaki bir mağarada 45 bin yıl önce oluşmaya başlamış bir dikit üzerinde analiz yapan Arizona Üniversitesi’nden Warren Beck ve arkadaşları, karbon 14’ün atmosferik konsantrasyonunda 45 bin ile 33 bin yıl öncesi arasında çok büyük değişimler belirlediler ve bunun sebebinin, yeryüzünü anormal derecede yüksek kozmik ışın akınlarıyla radyasyona maruz bırakmış bir süpernova patlaması olabileceğini ileri sürdüler.

Problem şuydu: Eğer karbon 14 konsantrasyonu önemli ölçüde değiştiyse, bu dönemin fosillerinin yaşlarını tayin etmek imkansız hale gelmektedir. Lyon Radyokarbon Yaş Tayini Merkezi müdürü Jacques Evin, “atmosferdeki karbon 14 oranının zaman içinde sabit kalmadığı uzun zamandan beri biliniyor. Dolayısıyla ölçüm yaşları sıklıkla değişiyor” diyor. Üçbin yıl önce gözlenen en büyük karbon 14 değişimi bu metodun ve dolayısıyla ağaç halkaları, mercanların büyüme çizgileri ve göl tortullarının çökelme sınırları gibi kalibrasyon yöntemlerinin kullanılmasını imkansız hale getiriyor.

3- Jeolojik Yaş Tayin Metotları:

Hayatın ve İnsanın Kökeni


Jeolojik ve arkeolojik materyallerin yaşını tayinde kullanılan gerek radyoaktif gerekse diğer metotlar, birtakım kabullere ve tahminlere dayandığı için istenen hassasiyette değildir. Bu bakımdan ortaya konan yaşların gerçek yaşlar olduğu hususunda tereddütler hasıl olmaktadır.

Jeolojide “yaş” genellikle nispi (göreceli) bir mana taşır. Yan yana veya üst üste duran iki kayaç kütlesinden birisi diğerine göre daha yaşlı veya daha gençtir. Bir değişim olmamışsa, alttaki kayaç üsttekine göre daha yaşlıdır. Bunu ilk defa 1669 yılında Nicolas Steno belirtmiştir.

Jeolojik ve arkeolojik materyallerin yaşını tayinde değişik metotlar kullanılır. Bunlar:

a- Jeolojik Yaş Tayini: Bu metotta mukayese esastır. Mesela bir bölgedeki Karbonifer yaşlı arazi bir başka yerdekiyle taş benzerliği, fosil benzerliği ve morfolojik yapı benzerliği gösteriyorsa, bu ikinci bölgedeki arazinin de Karbonifer yaşta olduğuna hükmedilir

b- Paleontolojik Yaş Tayini: Bu metotta bir kayacın yaşı, ihtiva ettiği fosil çeşidine göre yapılır. William Smith 1770 yılında İngiltere’de yaptığı kazılar sırasında, kayaçlarda gözlediği fosillerin tabakalar içerisinde gelişigüzel değil, belirli bir sıralanışa göre yer almış olduklarını, aynı tabaka topluluğunda aynı fosil organizma, farklı tabakalarda ise değişik organizma cinslerinin bulunduğunu tespit etmiş ve “benzer fosil gruplarını taşıyan tabakaların aynı yaşta olması gerektiği” sonucuna varmıştı. Daha sonra yaptığı çalışmalar bu düşüncesini doğrulamıştır.

Jeolojik dönemlerde çok kısa devrelerde yaşayıp ortadan kalkmış olan fosiller vardır. Bunlara “Karakteristik veya Kılavuz Fosiller” ya da “Kat Tayin Edici Fosiller” adı verilir. Kat belirleyici fosiller bir bakıma takvim gibidirler ve içinde bulundukları tortul tabakanın jeolojik yaşını ortaya koymada büyük öneme sahiptirler. Mesela Paleozoik başında birden ortaya çıkan Trilobitler kısa zamanda çok geniş bir sahaya yayılmışlar ve Paleozoik sonunda aniden ortadan yok olmuşlardır. Dolayısıyla Trilobitler’in bulunduğu bir tortul tabakanın yaşı Paleozoik’tir. Aynı şekilde Ammonitler Mesozoik, Nummulitler Tersiyer, memeliler de Kuvaterner yaşını verirler.

Farklı devir ve periyotlarda yaşamış karakteristik fosiller dikkate alınarak, her devrin yaşı ve ihtiva ettiği kat belirleyici fosilleri gösteren “Jeolojik Sütun”lar teşkil edilmiştir. Herhangi bir beldede bulunacak olan karakteristik fosille o beldenin yaşı, bu jeolojik sütundan anlaşılabilir.


Paleontolojik Yaş Tayin Metodu’nun Kritiği


Kayaçların yaşları, ihtiva etikleri indeks fosillere göre tayin edilmektedir. Ancak hangi indeks fosillerinin hangi yaşı gösterdikleri nasıl bilinecektir? Bunun cevabı, “Evrim”dir. Yani evrimin bütün dünyada aynı doğrultuda meydana geldiği ileri sürüldüğüne göre, belli bir çağda yaşayan organizmaların geçirdikleri evrim safhaları, bu çağda depolanan tortulları tanımak için şaşmaz bir kriter olmalıdır. Bu, “evrim” düşüncesinin temel prensiplerinden birisidir.

Morris, kayaları kronolojik sıraya dizmek için kullanılan tek yolun fosiller olduğunu belirtir. Fosilleri bu kronolojideki spesifik yere oturtmak için gerekli kriter, “hayatın basitten kompleksliğe doğru evrimleştiği” düşüncesidir. Canlı varlıkların evrimleşmesi ise, fosil kayıtları üzerine bina edilir. Evrimin olduğuna ait delil, fosillerdir. Fosiller de evrim düşüncesine göre kronolojik sıraya dizilmişlerdir. Böylece mesela fasit bir daire şeklinde güçlü bir muhakeme sistemine dönmüştür.

Dunbar bu konuda şöyle der: “Hayatın daha basit formlardan gittikçe kompleks formlara doğru evrim geçirdiğine dair tek tarihi bilgilere dayanan delili, fosiller sağlamaktadır.”

c- Varv Metodu’ylaYaş Tayini: Sular, taşıdıkları materyalleri çukur yerlerde biriktirirler. Bu çökelme hızından faydalanarak tortul bir serinin yaşı tayin edilir. Özellikle buzulların erimesiyle teşekkül eden sular, göllerde veya çukur bölgelerde birikirler. Erime oranı kış mevsiminde azdır ve bu sular beraberinde ince taneli malzemeleri sürükleyerek ince bir tabakanın teşekkülüne sebep olurlar. Yazın ise erime oranı yükselir ve beraberinde iri taneli materyali taşıyarak kalın tabaka teşkil eder. Böylece bir yılda bir ince bir kalın tabaka oluşur. Ağaç halkaları gibi bu halkaları sayarak yaş tayini yapmak mümkündür. Tabakalı kayaçların varvlardan faydalanarak tayini, ilk defa 1905 yılında İsveçli De Geer tarafından yapılmıştır. “Varv” kelimesi İsveç dilinde “periyodik tekrarlanma” manasına gelmektedir.

Çökelme hızından faydalanarak Mısır’da Nil Nehri’nin 3000 yıldan beri her 400-500 senede 30 cm kalınlıkta bir sediment biriktirdiği ortaya konmuştur. Okyanuslardaki tuz miktarının tespitiyle de jeolojik yaş tayininin yapılabileceği ileri süsülmektedir. Buradaki tuzların, çevredeki kayaçlardan belirli sürelerde taşınacağı dikkate alınmaktadır. Joly, okyanus sularında bulunan sodyum iyonlarının miktarı ile her yıl akarsularla karadan denizlere giren sodyum miktarı arasındaki oranı hesaplayarak, okyanuslardaki Na+ miktarını 15627 * 1012 ton, bir yılda okyanuslara giren Na+ miktarını ise 15727 * 104 ton olarak bulmuştur. Buradan hareketle, okyanusların yaşını 99.4 milyon olarak hesaplamıştır. Bu değerin çok az oluşu ve Na+ oranının da devamlı değiştiği nazara verilerek bu metot tenkit edilmektedir.

Varv Metodu’nun Kritiği


Varv Metodu’nda, yağış rejimi ve toprağın yapısı büyük rol oynamaktadır. mevsim ve yıllar arasında görülebilecek iklim değişiklikleri, aynı su miktarının taşıyabileceği malzemenin tekstür ve strüktürüne tesir edecektir. Sel ve taşkınlar da bu varv teşekkülünde bir dezavantaj olarak gözükmektedir. Çünkü normal suyun taşıdığı materyale göre sel sularıyla aynı süre içerisinde daha fazla miktarda sediment taşınıp biriktirilecektir. Bu da, yaş tayininde belli bir sürede sedimenti esas alan Varv Metodu’nun sonucunu büyük oranda etkileyecektir.

d- Radyoaktif Elementlerle Yaş Tayini
: İlk defa Becquerel tarafından1896 yılında, uranyum tuzlarından görünmeyen bazı ışınların çıktığı tespit edilmiş, Madam Curie 1897 yılında toryumun da ışınlar yaydığını tespit etmiş ve bu olaya “radyoaktivite” adını vermiştir. Radyoaktif elementler etrafa alfa, beta ve gama ışınlarını yayarlar. Bu ışınlar, fotoğraf filmi üzerinde bıraktıkları ışınım etkisiyle, Geiger sayıcısıyla ve sentilometre gibi aletler yardımıyla tanınırlar.

Radyoaktif elementlerle yapılan yaş tayinlerini, radyoaktivitenin dolaylı ve dolaysız etkilerine göre iki gruba ayırmak mümkündür.

d.1- Radyoaktivitenin Dolaysız Etkilerine Dayanan Metotlar


d.1.1- Uranyum Metodu: Uranyum metodu yaş tayin metotlarının bir ailesidir. Bu metotların hepsi esası, “uranyum ile onun kardeş elementi olan toryumun uzun bozunma zincirleri boyunca kurşun ve helyum hasıl etmeleri” esasına dayanır. Bu olay “alfa bozunumu” olarak adlandırılır. Olayda alfa partikülleri, ana atomların çekirdeklerinden sabit bir hızla ayrılırlar. Bunlar helyum gazının pozitif yüklü olanlarıdır.

Radyoaktif elementlerin başında uranyum ve toryum gelir. Uranyumun iki izotopu vardır. Bunlardan birincisi U238’dir ve yarı ömrü 4.5 milyar yıldır. Diğeri U235’in ise yarılanma ömrü 0.7 milyar yıldır.

Toryumun (Th232) yarılanma ömrü ise 14.1 milyar yıldır. Bunlar belirli oranlarda helyum atomu vererek aşağıdaki gibi kurşun izotoplarını hasıl ederler:

U 238-----Pb 206 + 8 He 4
U 235-----Pb 207 + 7 He 4
Th 232-----Pb 208 + 6 He 4

Normal kurşun minerali olan galenitte (PbS) kurşunun üç izotopu bir arada yer alır. Bu elementleri ihtiva eden herhangi bir tabakada kurşunun dördüncü bir izotopu olan Pb204’ü, diğer izotoplarla birlikte bulmak mümkündür. Bundan dolayı ona “yaygın kurşun” denir. Jeolojik zamanlar boyunca diğer izotopların miktarı gittikçe arttığı halde, Pb204’ün miktarı hep aynı kalır. Bu bakımdan Pb204’ün radyometrik yaş bulmada önemi büyüktür. Kurşun ihtiva eden bir mineralde Pb204’ün miktarı genel kurşun miktarından çıkarılınca, geride radyoaktif bozunum ürünü olan Pb izotopları kalır. Bunların miktarının tayiniyle de, içinde bulundukları mineralin yaşı tespit edilebilir.

Radyoaktif elementlerde belirli bir zamanda bozunum yoluyla meydana gelen atom sayısı (n) ile, mineralde bulunan radyoaktif elementin atom sayısı (N) doğru orantılıdır.

Matematik olarak bu kanun:
n= N.e-ʎt formülüyle gösterilir.
n= “t” zaman sonra kalan atom sayısı
N= Zamanın başlangıcında, yani t=0 olduğunda mevcut olan atom sayısı.
I= Radyoaktif bozunum sabitesi (her element için karakteristiktir).

Başlangıçta numunede bulunan radyoaktif elementin ve bugüne kadar radyoaktiviteyle meydana gelmiş elementin miktarı bilinirse, radyoaktivite kanunlarıyla son miktarın teşekkülü için geçen müddet hesaplanabilir.
Bozunum hızı zaman ve radyoaktif izotopların yaşına bağlı değildir. Bu hızı istatistiki olarak tespit etmek mümkündür. Mesela uranyumun 10 milyon atomundan (N) her yıl 4 bin 273 tanesi (n) bozunuma uğrar. Burada n/N oranına “bozunum sabitesi” denir.

Bu değer, radyum için yıl başına:
I= n / N=4273 / 107
I= 0.0004273 eder.
Yarı ömrü ise:
T= 0.693 / l
T= o.693 / 0.0004273=1622 yıldır.

Uranyum Metodu’nun Kritiği:

Uranyum radyoaktif bozunumuna dayanan yaş tayin metotlarının sakıncalı tarafları vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:

1- Uranyum mineralleri her zaman açık sistemlerde bulunur. Uranyum ihtiva eden kayaç kapalı bir sistemde olmadığı için, dış etkilere maruzdur. Mesela uranyum yer altı suyu tarafından kolayca çözülebilir. Ara elementlerden olan radon gazı, uranyum sisteminden dışarıya veya içeriye kolayca geçebilir. Radyoaktif yaş tayini konusunda söz sahibi Henry Fauld, bu hususa şöyle dikkat çekmektedir; “Jeolojik zamanda hem uranyum hem de kurşun, tortulu şistlerin içinde yer değiştirmişlerdir. Detaylı analizler, bu elementlerle uygun yaşların elde edilemediğini göstermiştir. Benzer güçlüklerle, uranyum ve radyum ihtiva eden maden damarlarının yaşını tayin etme teşebbüslerinde de karşılaşılır. Aynı noktadan alınan örnekler üzerinde farklı yaşların tespit edildiği ve birçok kimyevi aktivitenin vuku bulduğu bilinmektedir.”

2- Uranyum bozunum hızı değişken olabilir. Radyoaktif bozunmalar atomik yapı tarafından kontrol edildiklerinden, diğer olaylardan kolay kolay etkilenmezler. Fakat atomik yapıları etkileyebilen faktörler, radyoaktif bozunum hızını da etkileyebilirler. Bunun en bariz örneği, kozmik radyasyon ve bunun ürünü olan nötrinolardır. Bir başka örnek de, reaktörlerden çıkan veya farklı yollardan hasıl olan serbest nötronlardır. Eğer bu partiküllerin yerküredeki miktarlarını artıracak herhangi bir şey meydana gelmişse, radyoaktif bozunum hızlarını da artıracaklardır.

3- Oğul ürünler, kayacın ilk teşekkülünde orada yer almış olabilir. Uranyum ve toryum bozunumuyla ortaya çıkan radyojenik oğul ürünlerin, bu mineraller ilk defa teşekkül ettiği zaman orada mevcut olması mümkündür. Günümüzde yerkürenin iç tabakalarından lavların akmasıyla meydana gelen kayaların, bazen hem radyojenik hem de müşterek kurşun ihtiva ettikleri bulunmuştur.

4- Oğul ürünlerin hepsi o kayaca has olmayabilir. Radyoaktif bozunmayla teşekkül eden oğul ürünlerin hepsi o kayaçta kalmayacağı gibi, başka kayaçta teşekkül etmiş oğul ürünler de oraya gelmiş olabilirler.

d.1.2- -Potasyum- Argon Metodu:

Potasyum mineralleri volkanik kayaların büyük çoğunluğunda ve bazı tortul kayaçlarda bulunurlar. Geniş kullanım alanları vardır. Potasyum 40, yan ömrü 1.3 milyar bir hızla, elektron yakalama olayıyla Argon 40’a dönüşür.

d.1.3- -Rubidyum- Stronsiyum Metodu:

Bu metot, Rubidyum 87’nin 47 milyar yıllık yarılanma süresiyle Stronsiyum 87’ye dönüşmesine dayanır. Rubidyumun yarılanma süresi bazı otoriteler tarafından 60 milyar yıl, bazıları tarafından da 120 yıl olarak kabul edilir. Bu metodun uranyum metoduna göre ayarlanması gerekir. Dolayısıyla uranyum yaş tayin metodundan daha güvenilir değildir. Gerek uygulama yönünden gerekse uygulamada karşılaşılan mahzurlar bakımından Potasyum-Argon Metodu ile Rubidyum-Stronsiyum Metodu ve diğer radyoaktif metotlar, Uranyum Metodu’yla benzerlik gösterirler.

d.1.4- Radyokarbon (C14) Metodu

“Radyokarbon”, sabit olmayan karbon-on dört (C14) izotopuna verilen isimdir. Karbon-on iki (C12) ise “tabii karbon” olarak adlandırılır ve radyoaktif değildir. Radyokarbon, atmosferin üst kısmında, kozmik radyasyonla, atmosferdeki azot- on dört (N14)’ün aralarındaki reaksiyonlar sonucu hasıl olur. Karbon-12, altı proton, altı nötron ve altı orbit elektron taşır. Karbon-14 çekirdeğinde ise sekiz nötron bulunur. Bu iki fazla nötron, atomu kararsız hale getirir. Nötronlardan biri beta partikülü vererek yedi protonlu ve yedi nötronlu bir çekirdek hasıl eder. Bu yeni yapı, Azot-14’tür. Böylece kararsız Karbon-14, kararlı Azot-14’e dönüşür. Yarılanma ömrü de 5730 yıldır.

Atmosferde teşekkül eden Karbon-14, derhal CO2 halinde oksitlenir ve havaya, suya ve organizma bünyesine yayılır. Normal olarak, havadaki radyoaktif karbondioksit ile radyoaktif olmayan karbondioksit oranının, dolayısıyla C14/C12 oranının sabit olduğu, bu sabit orana ulaşabilmek için de 100 yılın geçtiği kabul edilir.

Canlı organizmalardaki C14/C12 oranının da sabit olması beklenir. Organizma yaşadığı sürece bu oranın eşitliği değişmez. Fakat canlı organizma ölünce, havadan CO2 alamayacağı için C14’ün C12’ye oranı gittikçe azalacaktır. Bu azalma ½ değerini bulduğu zaman, o organizmanın ölümünden itibaren geçen sürenin 5730 yıl olması gerekir. Çünkü C14’ün yarı ömrü 5730 yıldır. Beş yarı ömürde, yani yaklaşık 29 bin yılda orijinal radyokarbon miktarının sadece 1/32’si serbest bırakılacaktır. Radyokarbon Metodu, en çok 80 bin yıl öncesine kadar uzanan süreleri tespit ettiği için kullanılabilmektedir. Daha yaşlı materyaller, Uranyum Metodu’yla test edilmelidir.

Radyokarbon Metodu’nun Kritiği

Radyokarbon Metodu birtakım kabullere dayandığı için tenkit edilmelidir. İtiraz edilen hususlar şunlardır:

1- Birçok canlı sistem, standart C14/C12 oranına sahip değildir. Karbon-14 Metodu, bütün canlı organizmalar öldüğü zaman, onların hepsinin standart C14/C12 oranını ihtiva ettiğini farz eden bir kabulle yola çıkar. Halbuki birçok numune bu oranı göstermemişti. Mesela bu metotla, yaşayan mollusklar 2300 yaşında tespit edilmiştir. Böyle bir değer, organizma çevresinin, tahmin edilenden daha fazla C14 ihtiva ettiğini, dolayısıyla organizma ile çevre arasında karbon değişimi olduğunu gösterir.

2- Radyokarbon, her organizmada sabit oranda azalmayabilir. Radyokarbon bozunumları, çevrenin radyoaktivitesinden, özellikle serbest nötronlardan ve kozmik radyasyonlardan etkilenmekte ve dolayısıyla bozunma hızları değişmektedir.

3- Tabii karbon miktarı geçmişte değişik olabilir. Geçmişte yeryüzünün bitki örtüsü, şimdikinden ya daha fazlaydı ya da daha az. Buna bağlı olarak da C14/C12 oranı ya büyük veya küçük olacaktır. Dolayısıyla bu periyotlara ait materyallerin görünen radyokarbon yaşı da, gerçek yaştan ya büyük veya küçük bulunacaktır. Aynı husus, atmosferdeki karbondioksit miktarı için de geçerlidir. Şayet geçmişte volkanlar dışarıya karbondioksit vermişse, bu durumda o zamanki karbondioksit miktarı, şimdikinden farklı olacaktır.

4-
Radyokarbon oranı kararlı bir duruma erişmemiş olabilir. C14/C12 oranının belirli bir sürede yerkürede kararlı bir duruma geldiği kabul edilir. Yani atmosferde teşekkül eden C14 miktarı, yeryüzünde bozulmaya uğramış C14 miktarına eşittir. Dolayısıyla giren ve çıkan toplam C14 miktarı aynı olmalıdır. Ama durumun böyle olmadığını gösteren hususlar da vardır. Nitekim dünyada bir yılda teşekkül eden radyokarbonun ölçülebilen miktarının, bozulmaya uğrayan radyokarbondan yüzde 25 oranında fazla olduğu belirtilmektedir.

d.2- Radyoaktivitenin Dolaylı Etkilerine Dayanan Metotlar

Radyoaktivitenin dolaylı etkileri, radyoaktif parçalanmalara bağlı ışın yayımıyla meydana gelir. Bu ışınlar, kayacı bir bombardımana tutmuş gibi tesir hasıl eder. Işınların kaynağı, özellikle kayaç içinde bulunan tabii radyoaktif mineraller veya ağır elementlerin çevreden gelen alfa veya kozmik ışınlarıyla bunların fizyonu olabilir.

d.2.1- Paleokroik Çevreler Metodu

Paleokroik çevreler özellikle biyotidler içinde radyoaktif İnklüzyonların (zirkon, monozit) etrafında küresel olarak bulunur. Eğer İnklüzyon çok küçük ise paleokroik çevreler tam küre şeklindedir ve ince kesitte bir çemberi andırır. Konsantrik kürelerin çapları sabit değerlerde olup, her kürenin çapı, alfa ışınının aldığı yola eşittir. Paleokroik çevrenin ışık geçirgenliği ile onun etkisiyle aldığı alfa ışını arasındaki ilgi, deneyle tespit edildiğinden yaş tayininde kullanılabilir.

Bu metot birçok yönden eleştirilmektedir. Yapılan deneyler, suni olarak elde edilen paleokroik çevredeki ışık geçirgenliğinin periyodik olarak değiştiğini, özellikle ısı artışından fazla etkilendiğini göstermiştir.

d.2.2- İz Metodu

bu metot, herhangi bir mineralin radyoaktivite sebebiyle parçalanırken saçtığı ışın izlerinin sayımına dayanır.

d.2.3- Metamiktleşme Metodu

bu metot, bir mineraldeki kristal ağların X ışınlarıyla ölçülerek ortaya konulabilen düzensizliğini esas alır.

d.2.4- Termolominesans Metodu

Işınların etkisi altında kalan kristal iç yapısına bağlı bazı elektronlar kurtulur ve kristal ağının kusurlu yerlerinde hapsedilir. Bu durumda bulunan elektronların tamamı, normal yerlerindekine oranla daha yüksek enerji seviyeli dinamik bir sistem meydana getirir. Isı tesiriyle elektronların normal yerlerine dönmeleri ışık şeklinde enerji çıkmasıyla olur ve böylece radyoaktiviteyle etkilenmiş mineralin enerji seviyesi bulunabilir.

Radyoaktivitenin dolaylı etkisine dayanan bu metotlar halen geliştirilme safhasındadır ve daha öncekilere göre kullanım alanları dardır.


KAYNAKLAR


I.Bourdial, Une faille dans le carbone 14. Science & Vie. No: 1007 (2001) Août, Paris.
R.Milton, Shattering the Mythes of Darwinism (Park Street Press, Vermont 1997).

İktisat Bilimine Giriş - İktisadi Doktrinler (2)

İKTİSADİ DOKTRİNLER

1- Eski Yunan'da İktisadi Doktrinler


Eski Yunan'da iktisadi olaylar henüz gelişmemiş, dar bir alanda sıkışıp kalmıştır. Çok defa bu olaylar şairlere, filozoflara ve tarihçilere konu oluyordu. Böyle bir ortamda, iktisadi olayların gelişmesi ve milli olmaktan çıkıp uluslararası bir nitelik kazanması hiç şüphesiz beklenemezdi. Aslında, Eski Yunan'ın çeşitli eserleri daha çok felsefi ve siyasi sorunları yansıtıyordu.

Yunanlılar iktisadi olaylarda neden etkisiz kalmıştı? Bu sorunun yanıtı başlıca üç şekilde verilebilir;

a) Ekonomik olaylar henüz kendini hissettirecek kadar göze batmıyordu. İktisat ayrı bir bilim olarak ele alınmamıştır.

b) Yunanlılar, en iyi devlet şekli ile ilgili konulara aşırı derecede yer ve önem verince ekonomik olaylar gözden kaçmıştır. Çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar ve savaşlar en iyi devlet şeklini bulmaya zorlamıştır.

c) Felsefenin ön planda olması da iktisadi düşüncenin gelişmesine engel olmuştur. Felsefenin üstünlüğü ise şu sebeplere bağlanabilir:

i - Devlet, kişiden üstün tutulmuştur. Kişi, kendini site uğruna feda etmelidir. Kişinin refahı sitenin refahı demektir.
ii - Genel olarak, eşitlik fikri üzerinde durulmuştur. Eşitlik anlayışı veya kısıtlamalar toprak dağıtımında da görülür.
iii - Servet hor görülmüştür. Servet hırsı insanlar arasındaki ilişkileri bozar, Site'nin huzurunu kaçırır.
iv - Statik bir nüfus görüşü benimsenmiş, yani nüfus miktarı sınırlandırılmıştır ve ihtiyaçlar kısılmıştır.

Böyle bir görüşün ortaya atılmasında rol oynayan önemli faktörlerden biri de, toprakların yetersiz ve verimsiz olmasıdır. Her şeye rağmen, ilgi çekici ve zamanımıza kadar gelen bazı düşünceleri özetlemek faydalı olacaktır;

Sofistler

Sofistler hatip filozoflardı (Gorgias, Protogoras vs.) Onlar bireyciliği, ferdiyetçiliği göklere çıkararak devlete, otoriteye ve geleneklere karşı cephe almışlardır. Birey herşeyin üstündedir, gerçeğin ölçüsüdür. Çünkü gerçek yalnız akılla bulunabilir. Bilgiler kişiden kişiye değişebilir. Sofistler, akıl sayesinde o zamana kadar kabul edilen bütün düşünceleri (dini, moral, siyasal, ekonomik vs.) şüphe ile karşılamışlardır. Düşünce hür olmalıdır. Dış ticareti iyimser bir gözle görüyorlardı. Çünkü ticaret insanları birbirine yaklaştırır, insanlar arasında ilişkileri kurar. O halde, ticarete geniş ölçüde yer ve önem vermek gerekir.

Sofistler, diğer yandan, köleliği eleştirirler. Köleliği benimseyen Aristo'ya karşı isyan bayrağı açarlar. Aristokrasinin üstünlüğünü şiddetle redderler. Sofistlerin bireyciliği, modern anlamda demokratik bir anlayışın sonucuydu denebilir.

Xenophon

Sokrat'ın öğrencisi olan Xenophon (M.Ö 430-335) ''Economique'' adlı eserinde ''iyi bir ev idaresinin ilkeleri''ni çizdikten sonra ''Attique'nin gelirleri'' eserinde de Site'nin mali buhranına karşı alınabilecek tedbirleri araştırır. Servetin en iyi kullanım biçimleri üzerinde durur. Adeta bugün ''Devlet Sosyalizmi'' adı verilen bir sistemi önerir. Devlet mağazalar, maden işletmeleri kurmalıdır. Xenophon'a göre, paranın değeri yapıldığı metale bağlıdır. Bu bakımdan, metalist (külçeci) görüşün öncüsü sayılabilir. Ekonomik faaliyetlerden tarımı, ticarete tercih eder. Sanayi ve ticaret huzursuzluk yaratır. Tarıma önem veren devletler hem istikrar sağlamışlar, hem de uzun süre imparatorluk kurmuşlardır.

Ona göre, bir ülkenin zenginliği üretebileceği mal miktarı ile ölçülür. Servetin kaynağı ise doğa (tabiat) ve emektir.

Platon (Eflatun)

Bir aristokrat aileden gelen Eflatun (M.Ö 428-347), hem büyük bir düşünür, hem de büyük bir yazardır. Sokrat'ın öğrencisi, Aristo'nun hocasıdır. Atina'da yaşadığı sıralarda meydana gelen karışıklıklar ve adaletsizlikler, devletin kötü yönetimi onu ''Republique'' (Devlet) adlı eseri yazmaya iten başlıca etkenler olmuştur. ''Devlet'' veya ''Cumhuriyet'' daha çok iyi bir devletin nasıl kurulması gerektiğini açıklayan bir diyologtur.

Lois (Kanunlar) adlı eserinde ise ideal devletin temelleri atılamayınca, Eflatun daha liberal görüşler üzerinde durur, siyasal sorunlara ve ekonomik düşünceye yer verir.

Eflatun'un ekonomik görüşleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

a) Eflatun servete karşıdır. Servet edinme ve serveti arttırma hırsı, ticaret zihniyeti devletin istikrarını ve güvenini sarsar. Serveti hor görmesini şöyle açıklar; ''Altın ve erdem, bir terazinin kefelerine konan iki ağırlık gibidir. Kefelerden biri yükselince diğeri alçalır. Asiller sınıfının ruhları ilahi altınla dolmuştur, dünyevi altınla karışmasın''

Mutluluğu engelleyen servet hırsı yerine, kişilerin manevi tarafı ön plana geçmelidir.

b) İş bölümünü getirmiştir. İş bölümü, farklı ihtiyaçlardan ötürü, herkesin kendine uygun ve kapasitesine göre bir işte çalışmasını sağlayacağından, hem dengeli ve adaletli bir devlet kurulabilecek, hem de daha az emek harcanarak üretimin artışı mümkün olacaktır. 18. yüzyılda ise Adam Smith iş bölümünü ele alıp onu bir teori haline getirecektir.

Eflatun, iş bölümünün sebebini, herkesin farklı kapasitelerde doğması ve ihtiyaçların farklı olması ilkesine dayandırmaktadır. Bu bakımdan, Devlet adlı eserinde toplumu üç sınıfa ayırır;

i - Hakimler, asiller, yöneticiler
ii - Muhafızlar
iii - Her çeşit üreticiler (köylüler, işçiler)

Hakimler ve muhafızlar, toplumun üst sınıfını oluşturur. Eflatun'a göre bunlar özel olarak eğitilmeli ve yetiştirilmelidir. Onlar için para ve özel çıkarlar, özel mülkiyet söz konusu değildir. Aksi durumda çatışmalar başlar, site yönetimi bozulur. Hakimler hiçbir meslek sahibi de olamazlar ve üretime katılamazlar.

Muhafızların görevi ise daha çok Site'yi dış tehlikelere karşı korumak ve iç güveni sağlamaktır.. Bunlara da özel mülkiyet tanınmamıştır.

Üçüncü sınıfa gelince, bu sınıf üretimle uğraşır. Her türlü tüketim ihtiyacını bu sınıf sağlar. Özel mülkiyet hakkı sadece bu sınıfa tanınmıştır.

c) Bireyciliğe ve ilke olarak özel mülkiyete karşıdır. Bunun yerine kollektif mülkiyeti önerir. Amaç, çıkar çatışmalarını önlemek, devlet çıkarlarını ön planda tutmaktır. İdeal bir devlet tipi olarak da aristokratik komünizmi savunur. Ancak, bu komünizm, zamanımızın materyalist komünizminden farklıdır. Aristokratik komünizm denmesinin sebebi ise yönetici sınıfının özel mülkiyetten yoksun bırakılmasıdır.

Ne var ki, Eflatun hayatının sonlarına doğru, Kanunlar adlı eserinde ideal devlet şeklinin uygulamadaki güçlüğünden dolayı, özel mülkiyete sınırlı da olsa yer veriyor. Ancak, özel mülkiyete dayanarak arazinin genişletilmesine karşı çıkıyor.

d) Sınırlı bir nüfus önerisi. Eflatun'a göre nüfus miktarı arttırılmamalıdır. Nüfus fazlası ya göçe zorlanmalı yada nüfusu az ve boş bölgelere aktarılmalıdır. Eğer nüfus artar ve devletin sınırları genişlerse, yönetim çözümü geç sorunlarla karşı karşıya kalabilir.

e) İddihar (gömüleme) ve faize karşıdır. Fiyatlar ve karlar belirlenmelidir. Faiz, parayı zenginlik sağlayan bir araç haline getirebilir. Gelir dağılımını bozabilir.

f) Nominalist bir para anlayışı getirir. Para ile ilgili görüşlerine gelince, Eflatun, paranın nominal (itibari) değeri üzerinde durur. Para bir semboldür, zenginlik değildir, bir araçtır. Bir mübadele aracıdır. Paranın değerini toplum belirler.

Menkul değerlerin (servetlerin) çok kısa zamanda artması karşısında filozoflar endişeye kapılmışlardır. Çünkü servetin çoğalışı sosyal bir dengesizliğe yol açacaktır. Para ise bu sosyal karışıklığı arttıracak olan faktörlerin başında gelir. Eflatun iki çeşit para sistemi üzerinde durmuştur:

- İç ödemelerde itibara dayanan para (kağıt para) tedavül etmeli.

- Dış ödemelerde değerli metal paralar kullanılmalıdır.

Eflatun'un görüşleri zamanımıza kadar devam etmiş, enflasyon ve devalüsyon gibi ekonomik olaylarda etkili olmuştur.

Aristo

Eflatun gibi, yaşadığı toplumun ve çevrenin etkisi altında kalan Aristo'nun ekonomisi bir aile ekonomisidir, yani ailenin tüketimi için üretim yapılmaktadır. Kar amacıyla servet yaratan faaliyetlere ''Krematistik'' adını vermiştir.

Aristo'nun görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:

a) Aristo ekonomiyi ikiye ayırır;

i) Ev ekonomisi: Faydalı ve zaruridir. Genel olarak aile tüketimi için yapılır. Bazen de malın malla mübadelesine gidilebilir. Üretici malı satar, tüketici alır. Amaç kar elde etmek değildir. Burda para mübadelelerde kullanılan bir araçtır. Para nominal (itibari) bir servettir ve tüketimi geciktirir. Tarım ürünleri doğal servettir. 18. yüzyılda kurulan Fizyokrasi, bu görüşe dayanacaktır.

ii) Ticari ekonomi. Tekrar satmak için mallar satın alınır. Mübadele bir kazanç sağladığından ticari ekonomi tabiata aykırıdır. Diğer bir deyişle, ticari ekonomi tamamı ile paralı mübadeledir. Dış ülkelerle yapılan mübadeleler Site'nin dengesini bozacak yabancı unsurlar getirebilir.

b) Aristo ekonomiyi ''devlete gelir sağlamak sanatı'' olarak tanımlar. Ancak bu tanım, ortaçağda tekrar tartışmalara yol açarak ''devletin gelirinin halkın gelirine bağlı'' olduğu görüşü kuvvet kazanır. Hatta daha da ileri giden ortçağ düşünürleri, ekonominin bir sanat olarak toplumu zenginleştirmesi görüşünü savunurlar. Ne var ki, çok geçmeden üretim artışının ve ekonomik gelişmenin kişisel çabalarla gerçekleşebileceği görüşü yaygınlaşacaktır. İşte sanat anlayışı yerine, bilim anlayışının geçmesi, ilktisat biliminin doğmasında büyük rol oynacaktır. Çünkü, bilim tanımı gereği olaylar arasında ''genellik'' ve '' süreklilik'' arar.

c) Aristo ürünlerin iki türlü değeri olduğunu söyler.

i) Kullanma değeri. Bu değer ürünün faydasını ifade eder ve subjektiftir. Başka bir deyişle, kullanma değeri, bir ürünün bir kimseye sağladığı fayda ile ölçülür.

ii) Mübadele değeri. Bu değer ise ürünlerin birbiriyle mübadele edebilme durumuna bağlıdır ve daha çok objektif ölçülere dayanır. Mübadele değeri piyasa değeridir, yani ürünün maliyet fiyatıdır.

Aristo'ya göre, bir malın değeri ona harcanan emek ile ölçülür. Mübadele sonunda iki taraf da ihtiyaçlarını tatmin etmiş ve dengeye varmış olur.

d) Faiz, trampa ekonomisine ''malın malla mübadelesine'' aykırı düşmektedir. Çünkü para, niteliği bakımından, para doğurmaz. Yani para üretimde bulunmaz. Mübadeleler eşit koşullarda olmalıdır. Faiz haksız servet elde etme yolunu açar. Bu düşünce tarzı da ortaçağda kilise üzerinde büyük etki yapmıştır. Faiz adalete aykırıdır. Faiz, çalışan başkasından haksız olarak alınan paradır. Faiz, Yunancada yavrulama anlamına gelmektedir. Önemli olan para artışı değil üretim artışıdır. Faiz üretimden değil, paradan doğan bir fazlalıktır.

e) Aristo, Platon'un Aristokratik komünizmini veya sosyalizmini de kabul etmez. Onun kollektif mülkiyet anlayışı yerine özel mülkiyeti savunur.

Aristo'ya göre mülkiyet doğaldır. Eşyanın niteliğine uygundur. Herkes, genel olarak emeği ölçüsünde özel mülkiyete sahip olabilir. Ancak miras hakkı, sevet birikimi yönünden sınırlandırılmalıdır.

f) Devleti, Eflatun'un önerdiği gibi, asiller veya hakimler değil, bilgeler yönetmelidir.

g) Köleliği benimser. Köle bir mal gibidir. Efendisi için çalışır. Üretimi, aşağılık (adi) bir iş olduğundan köle yapmalıdır. Köle aynı zamanda bir araçtır. Aslında bazı kimseler köle olmak amacıyla yaratılmıştır. Bilindiği gibi, Aristo insanı, hayvandan ''akıl'' yolu ile ayırır. Köleler akıldan yoksundur, doğuştan yeteneksizdir.

h) Eflatun gibi istikrarlı ve dengeli bir nüfusa taraftardır. Ancak Aristo daha ileri giderek, nüfusun istikrarında doğumların kontrolünü savunur.

i) Eflatun gibi idealist sayılmaz. Bu bakımdan, tecrübeye ve realiteye önem verir. Olayları gözetler, analiz yapar. Kişisel çıkarlar çalışmayı özendirir görüşü, Aristo'yu realist yapmıştır. Bir kimse hiç tanımadığı bir diğer kimsenin yerine çalışmaz. Bir kimsenin kendi için daha çok çalışması doğaldır

Aristo ve Eflatun'un benzer görüşleri de şöyle özetlenebilir.

i) İkisi de tarıma önem verir.
ii) Yabancı unsurlara, dış ticarete ilke olarak karşıdırlar.
iii) Servete ve ekonomik gelişmeye taraftar değillerdir.
iv) Faizi reddederler. Faizi ekonomik yönden çok, ahlaki yönden incelemişlerdir.
v) Ekonomik doktrin görüşleri de genellikle, ekonomik kurallar dışındaki faktörlere dayanır.
vi) Devletin varlığını kabul ederler.
vii) Üretimi ve her türlü işçiliği kölelere, fakirlere ve yabancılara bırakırlar.
viii) Eşitliği kabul etmezler. Çünkü insanlar eşit doğmazlar.
ix) Nominalist (itibari) para görüşünü ileri sürerler.


Romalıların İktisadi Doktrinleri

Romalı filozoflar, eski Yunanlılar gibi filozof değil, daha çok hukukçu idiler. Bu bakımdan, formüllerle belirtilmiş açık ve seviyeli bir iktisadi düşüncelerine pek rastlanmaz. Bütün faaliyetler serveti hor gören felsefe değil, politika içinde, politika açısından incelenmiştir.

Ekonomik çevre Antik Yunan'a oranla daha genişti. Fakat, artan nüfus, ihtiyaçlar ve askeri harcamalar, sosyal ve siyasal düşüncelere fetihçi, savaşçı ve dışa yayılmacı bir ruh hakim olmuştur. Romalıların amacı Akdenizi egemenlikleri altına almaktı. Böylece, Roma, özellikle Akdeniz ülkelerinin mallarını toplayan büyük bir piyasa halini almış, büyük ticaret şirketlerine bile sahne olmuştur.

Roma devletinin tarihsel gelişimi, askeri ve siyasi bir karakter taşıdığı için egemenlik ruhunu ön plana çıkarmıştır. Servet, bu üstünlüğü sağlayacak tek araçtır. Yoksa fetih ruhuna dayanan servet, bir refah unsuru değildir. Örneğin, büyük yollar ''alt yapı'' iktisadi bir amacın gerçekleşmesi uğruna değil, daha çok politik ve askeri amaçlarla yapılmıştır.

Romalılar, Yunanlıların ilgilenmedikleri bir sahaya da yönelmişlerdir. Hukuk. Roma hukuku iktisadi düşünce tarihine önemli bir katkıda bulunmuştur. Çünkü hukuktaki çeşitli konular (serbest sözleşmeler) ekonomide liberal doktrinin temelini hazırlamış ve iktisat biliminin doğmasında önemli rol oynamıştır.

İlham kaynağını Yunanlılardan alan Roma düşünürleri, ekonomik gelişmeye kötümser bir gözle bakıyorlardı. Seneca, Marcus Aurelius, Epiktetos ve bütün stoisyenlere göre tabiata hakim olmak değil, bağlı olmak gerekir. Mutluluğa arzuların arttırılması ile değil, frenlenmesi ve ihtiyaçların sınırlandırılması ile varılabilir.

Caton, Varron ve Columelle gibi düşünürler, ekonomik faaliyetlerde ön sırayı tarıma vermişlerdir. Columelle küçük enstansif (yoğun) tarımı över. Ona göre zenginlleşmenin en iyi yolu tarımdır. Bu düşünce, fizyokratik doktrinin kurucusu Dr. Quesnay üzerinde çok büyük bir etki yapmıştır. Columelle, ticaretin daha az garantili olduğunu söyler. Toprağın verimi ise devamlıdır. Toprak gübrelenirse daha bol mahsul alınacaktır. Tarım üretimi, üreticilerin çıkarlarına değil, toplumun ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır. Ticaret tarıma zarar vermemeli, tarım ürünleri dış rekabetten korunmalıdır.

Roma'da tarım oldukça gelişmiş bir düzeyde idi. Fakat toprak sahipleri olan çifçilerin yerini esirler alınca, küçük mülkiyete dayanan enstansif tarım şeklinden, büyük mülkiyete dayanan ekstansif (yaygın) tarım şekline geçişmiştir. Lutifundia adı verilen büyük malikanelerin doğru da böyle olmuştur. Bu arazi rejimini doğuran başlıca faktörler şunlardır;

a) Fethedilen toprakların büyük bir parçasının kumandanların alması.

b) Askere gidip de, dönemeyenlerin ortada kalan topraklarının satılması, dönenlerin de elinde araç, gereç, sermaye bulunmayışı yüzünden, kredi faizlerinin olmasından topraklarını satmaları.

c) Devletin bazı toprakları zorla ele geçirmesi.

d) Toprağın bir şöhret faktörü sayılması ve toprakların güçlüler tarafından alınması.

e) Ucuza ithal edilen tarım ürünleriyle rekabet edemeyen ve sosyal hakları olmayan köylülerin topraklarını satmak zorunda kalmaları.

Bu dengesizliği düzelmek amacı ile, bir devlet adamı ve güçlü bir hatip olan Tiberius, daha çok fakirleri ve orta sınıfı bu çöküntüden kurtarmak, toprak sahiplerinin hakimiyetini azaltmak için, bir toprak reformu istemiş ama bu amacına varamadan ölüdürülmüştür.

Özel Mülkiyet


Özel mülkiyet, daha geniş anlamda Roma hukuku ile kendini gösterir. O derece ki özel mülkiyet ''mutlak bir hak'' olarak savunulur. Mutlak bir hak demek, kamu yararı dışında, mülkiyete hiçbir şekilde müdahale edilemez demektir. Mülk sahibi, mülkünü istediği gibi tasarruf edebilir, isterse toprağını ekmeyebilir, satabilir.

Öte yandan, kamu hukuku, özel hukuk, şahıs hukuku ve eşya hukuku ayırımı da, Roma hukukunun en önemli yeniliklerinden biridir.

Özel mülkiyet önce menkullerde, yani taşınabilir mallarda görülür. Bunda özel sözleşmelerin rolü büyük olmuştur. Özel mülkiyet daha sonra, gayri menkullere de (bina, toprak gibi) geçmiştir.

Müdahalecilik


Müdahaleciliği doğuran başlıca sebepler arasında özellikle besin maddelerinin güç temin edilmesi ve savaşların uzun sürmesi söylenebilir. Bu bakımdan, devlet ürün piyasasına el koyarak, yüzyıllarca devam eden bir çok müdahaleci kanunlar çıkarmıştır. Örneğin, devletin aldığı ürünlerin fiyatları, serbest piyasa fiyatının altında belirlenerek narh fiyatları uygulanmıştır. Başka bir kanunla da, ekmeğin doğrudan doğruya devlet tarafından satılması kararlaştırılmıştır.

Uzun süren müdahaleciliğin, amacına vardığı söylenemez. Mali yönden bütçe açıkları artmış, sosyal yönden halkın tembelliğine sebep olmuş, kara borsaya ve kaçakçılığa yol açmıştır.

Bireycilik (Ferdiyetçilik)

Bundan amaç özellikle hukuk anlanında sözleşmelerin serbestçe yapılabilmesidir. Bu düşünce, yavaş yavaş iktisadi faaliyetlerde de serbestliğin yayılmasında etkili olmuştur. Özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü de, ticari ilişkileri geliştirmiş, paranın önemini artırmış ve ödünç alma-verme, yani faiz olayı gerçeği anlaşılmıştır. Bu amaçla, 12 Levha Kanunlarında faiz oranları belirlenmiş, tefecilik yasaklanmıştır.


Orta Çağın İktisadi Doktrinleri

5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen süre içindeki genek ekonomik durum şöyle özetlenebilir.

Üretim hemen hemen tarım kesimine dayanmaktadır. Kölelik sistemi caridir. Mübadele ekonomisi gelişmemiş ve aile kadrosunun dışına pek çıkmamıştır. 11. yüzyıldan itibaren toplumlar canlanıp, 13. yüzyılda yeni mübadele anlayışı başlamış, şehirler yeni ekonomik hayatta aktif bir duruma geçerek bir mübadele bölgesi halini almıştır. Büyüyen bu şehirlerde insanlar, hem dış tehlikelere hem de, büyük toprak sahipleri olan senyörlerin tutumuna karşı birleşmiştir.

Böylece, şehirler zenginleşiyor ve hürriyetlerine kavuşuyorlar. Bağımsız şehirlerde burjuvazi gelişiyor, çalışan sınıf baskılardan yavaş yavaş kurtuluyor. Korporasyonlar (Loncalar) oluşuyor. Lonca, italyanca loggia kelimesinden türemiş olup, oda, hücre anlamına gelmektedir.

Gerçi yeni ekonomi şeklinde mübadeleler yine sınırlı, üretim zayıftır ve talebe uygun şekilde yapılmaktadır. Ama piyasalar genişledikçe, köy-şehir mübadelesi ve ilişkisi artıyor, büyük piyasa olan fuarların doğuşu ile ticaret bölgelerarası bir nitelik kazanıyordu. Daha çok ve daha istikrarlı mübadeleler de para ve kredinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu fuarlar, modern ticari kapitalizmin doğmasını kolaylaştıracaktır.

Loncalar (Korporasyonlar)

Loncalar, Ortaçağın küçük sanayi kuruluşları veya mesleki kuruluşlarıdır. Loncalarda kullanılan üretim faktörleri mal sahibinindir. Bu kuruluşların bir özelliği de üreticilerle tükeciler arasında bir sınıfa yer verilmemesidir. Lonca, üretim ve bu üretmin pazarlanması mekanizmasının çok katı kaidelerle bağlanmasıdır. Loncalarda üretim miktarı ve kalite sınırlandırılmıştır. Üretim koşullarına uymayanlar cezalandırılırdı.

Zamanla loncalarda monopol zihniyeti belirmiş ve teknik yeniliklerin, yeni üretim yöntemlerinin uygulanması engellenmiştir. Başka bir deyişle, Loncalarda ihtiyaçların, zevklerin ve davranışların istikrarlı olması, üretimin sipariş üzerine yapılması, rekabetin ve tekniğin gelişmesini önleyen faktörlerdendir. Ne var ki, 15. ve 16. yüzyıllarda ekonomik şartlar değişince, daha fazla üretim için de daha fazla sermayeye ihtiyaç duyulmuştur. Ayrıca, Amerika'dan Avrupa'ya büyük ölçüde akan altın paraların sebep olduğu fiyat yükselişleri de dikkate alınırsa, loncaların dar bir alanda artık tutunamayacağı anlaşılmıştır.

Öte yandan Loncalarda ustalar ve çıraklar (işçiler) ayrımı da görülür. Ama bu ayrım zamanımızın kapitalistler ve işçiler ayırımından farklıdır. Çıraklar geleceğin ustaları olacaktır. İkinci fark ise ustalarla, çıraklar arasındaki ilişkilerin de ekonomik faktörlerden çok dini ve moral faktörlere dayanmasıdır.

Loncalarda hiyerarşi vardır. Çıraklar ve kalfalar ustanın otoritesi altındadır. Grev söz konusu değildir. Tersine iki sınıf arasında dayanışma, örf ve adetlere, dine bağlılık vardır.

Derebeylik (Feodalizm)


Derebeylik, Ortaçağ Avrupasında görülen bir çeşit siyasal, sosyal ve ekonomik düzendir. Tarımın hakim olduğu bir üretim biçimidir.

Ortaçağda merkezi otoritenin bozulması, zayıflaması sonunda dış saldırıların başlaması, korku ve güvensizlik yaratmıştır. İşte böyle dönemlerde köylüler daima bir kuvvetlinin, bir senyörün (derebeyin) himayesi altına girmişlerdi. Köylüler de bu korunma ve geçinme karşılığında topraklarını senyörlere, aristokratlara bırakmışlardır. Senyörler toprakların mülkiyetini elde etmek kaydıyla, sadece işletilmesini köylülere bırakmışlardı. İşte, bu tür mülkiyet biçimine latince ''Beneficium'', himaye altına girenlere ise ''Fidele'' adı verilmiştir. Böylece, köylüler merkezi otoriteye değil, derebeyine bağlanmışlardır. Bazen de senyörler köylülerin topraklarını zorla ele geçirme yoluna gitmişlerdir.

Feodalite çeşitli faaliyetlerin yapıldığı adeta kapalı bir ekonomiyi andırır. Bu ekonomi dışında gelişen kentlerde, tacirler senyörlere bağlanmamak ve kendi çıkarlarını koruyabilmek için birleşmişler, hatta daha fazla özgürlük elde edebilmek amacıyla kan dökmüşlerdir. Böylece, burjuvazi doğacaktır. Ticaret geliştikçe paraya olan ihtiyaç ve paranın önemi artmış ve bankerlik ortaya çıkmıştır. Bunlar kilisenin faiz yasağını dinlemeyecekler ve faiz karşılığında borç vereceklerdir. Loncalarda üretilen mallar, tacirler tarafından alınıp pahalıya satılmıştır. Ne var ki bu durum emekleriyle çalışan üreticilerle tacirler arasında çatışmalara yok açmıştır.

Feodalizm'in yıkılmasında rol oynayan belli başlı faktörler şunlardır;

a) Uzun süren savaşlar (Derebeyler savaşlarda krala yardım etmek zorundaydı)

b) Haçlı seferleri

c) Bilimsel ve teknik gelişmeler

d) Dinde reform hareketleri

Ortaçağda özel mülkiyet meşru sayılmıştır. Ancak Romalıların savundukları gibi, mülkiyet artık mutlak bir hak olmayıp, belli ölçülerde daha yumuşak ilkere bağlanmıştır. Amaç, toplumun çıkarlarını göz önünde tutmaktır. Kişisel çıkarlar, sınırlı olmak üzere kabul edilmektedir.

Zamanın düşünürlerine göre, mutlak mülkiyet hakkı sadece Tanrı'ya aittir. Mülkiyet, bir kullanma hakkıdır. Tanrı'nın verdiği bir kuvvettir. Fakirlik, mülk sahibi olmama ayıp değildir, tersine fakirlik mutluluğun en önemli koşullarından biridir.. İnsanlar böylece, kin ve hırs duygularından arınmış olurlar. Tanrı insanları eşit yaratmıştır.

Thomas Aquinas'a göre mülkiyet insan tabiatına uygundur. Özel mülkiyet insana, mallarını daha iyi kullanma ve daha iyi yararlanma imkanı verir. Ayrıca Aquinas şöyle der; ''Paranın borç verilmesi karşılığında bir pay almak (faiz) haksızlıktır, hatta hırsızlıktır. Parayı ve paranın kullanım faydasını ayrı ayrı satmak imkansızdır.''

Kilisenin ekonomik düşünceye etkisini başlıca üç noktada toplayabilirz.

Mübadelelerde eşitlik veya adil fiyat

Mübadelelerde eşitlik görüşü Aristo'nun mübadele anlayışına dayanır. Aristo'nun mübadeleleri kısırdır, yani bir değer artışı yaratmaz, aynı değerler mübadele edilir.

Ortaçağ filozofları da mübadele konusunda yeniden düşünmeye başlamışlardır: acaba bir ürün maliyet fiyatından daha yüksek bir değee satılabilir mi? Maliyet fiyatı ne olmalıdır? Bu ve benzeri sorulara yanıt verebilmek için adı geçen filozoflar ''değerin ne olduğu'', ''değerin neye dayandığı'' konusuna eğilmişlerdir.

Aquinas'a göre değer, ihtiyacın şiddeti ile ölçülür. Bu görüş ile başta Aquinas olmak üzere bütük skolastikler psikolojik bir değer teorisi ileri sürmüşlerdi. Ancak, değer ihtiyacın şiddeti ile ölçüldüğüne göre (subjektif fayda) o zaman fertler için farklı değerler ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan, objektif ve tartışılmaz bir faktör, özellikle emek faktörü üzerinde duracaklardır, ki bu da üretim maliyetlerini karşımıza çıkaracaktır. İşte adil fiyatın doğuşu böyle oluşmuştur. Emek faktörünü daha sonraları, liberal klasik iktisatçılar ve sosyalist iktisatçılar yeniden ele alacaklardır.

Adil fiyat, objektif fiyattır. Arz ve talebin kesiştiği denge noktasında belirleneceği gibi, örf ve adetlere göre de oluşabilir. Bunun içindir ki, bir ürünü maliyet fiyatının üstünde satmak günah sayılıyordu. Artık, emeğin bir fiyatı ve geliri vardı. O zaman şu sorular akla geliyor: Acaba, adil fiyata rağmen bir ticari kara yer verilecek mi? Eğer böyle bir kar varsa bunun sınırı ne olacaktır? Ucuza alıp pahalıya satmak bir hak mıdır? İşte bu ve buna benzer sorular ortçağ düşünürlerinin kafalarını uzun süre yoracaktır.

Eğer satıcı kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir kar (gelir) elde etmiş ise bu normal ve meşru sayılacaktır. Kar hırsı, kazanç hırsı ve egoistçe davranış iyi karşılanmayacaktır. Burada üzerinde durulan ekonomik faktörlerden çok, ahlaki faktörlerdir. Aquinas: ''adil fiyatın üstünde satış yapmak, bir kimsenin komşusunu aldatmasına benzer'' demiştir. Adil fiyat karşısında hem alıcı, hem de satıcı yararlanmalıdır.

Modern ekonomik araştırmaların temeli ''fayda''ya dayanmaktadır. Oraçağda ise bu çeşit araştırmalara hakim olan unsur adalettir, ahlaktır. Tatmin edici bir adalet, mübadelelerin taraflar arasında bir denge sağlamasıyla mümkündür. Adil fiyat ilkesine göre, bir taraftan fiyatlar tüketicinin mal satın alabilmesine imkan verecek kadar düşük, diğer yandan fiyatlar üreticilere biraz menfaat bırakacak kadar yüksek tutulmalıdır.

Ortaçağın düşünürleri arz ve talep mekanizmasını bilmiyor değillerdi. Ama ileri sürdükleri ilke ideal bir ilke idi. Yani ''ideal olmadan düzen olmaz'' ilkesini savunuyorlardı. Oysa 18. ve 19. yüzyılların liberalleri karşıt görüşe sahiptiler.

Adil fiyat ilkesinden, kilise adil ücret ilkesini ortaya çıkarmıştır. Adil ücret, örf ve adete, sınıf geleneklerine göre işçiyi ve ailesini yaşatacak bir seviyede olmalıdır.

Faizin reddi

Hristiyanlık, ''Düşmanlarınızı da seviniz, iyilik ediniz ve karşılığında hiçbir şey beklemeden borç veriniz'' diyordu. Kilise de faizi yasak etmiş ve haram saymıştır. Bunun sebebini anlayabilmek için fikirlerin ve olayların geliştiği çevreyi bilmek gerekir.

12. yüzyılda kilisenin hazırladığı doktrin, bugün sermaye şirketleri adı verilen firmaların kurulmasına engeldi. Bu bakımdan, aşırı kar ve haksız kazançlara imkan vermemek amacı güdülmüştür.

İkinci olarak Aristo'nun ''para parayı doğurmaz'' ilkesi yaygındı. Tefeci bedava olan ''zaman''ı satmaktadır.. Zaman ise Tanrı'nındır.

Üçüncü olarak, likit mallar (para) ve kullanılan mallar (tüketim malları) ile, reel mallar (toprak, ev..) arasında ayrım yapılmıştır. Birinci çeşit mallarda faiz söz konusu değildir, fakat ekilen topraklar verimin azalmasına yol açtığından ve evler zamanla aşındığı için bir kira ödenmesini zorunlu bırakabilir.

Ne var ki, dış ilişkilerle ticaretin canlanması, paraya olan ihtiyacı arttırmıştır. Paranın da sınırlı ellerde bulunuşu faiz oranlarının yükselmesine sebep olmuştur. Yahudilerin de faiz yasağına uymamaları karşısında Aquinas gibi bir çok düşünür, rasyonel bir faiz teorisinin zorunluluğunu duymaya başlamıştır.

Para değerindeki değişmeler


Para değerindeki değişmeler hükümdarlar için bir çeşit ''gizli vergi'' niteliği taşıyordu. Paranın değerinin de, yapıldığı metalden değil, hükümdarın veya senyörün mühründen, resminden ileri geliyordu. Kilise bu tür parasal değişmelere karşı çıkmıştır. Böylece, ortaçağda, eski yunanda da dikkatlere çarpan nominalist para teorisinin temeli atılıyordu.

Para değerinin değişmesi ile ilgili konular üzerinde duran başlıca iki düşünürün görüşleri şöyledir:

a) Saint Thomas d'Aquinas (1225-1274): Bir İtalyan din bilgini olan Aquinas'a göre hükümdar para değerinde değişmeler yapamaz. Sadece para değerini dengeli ve istikrarlı bir şekilde ayarlayabilir. Çünkü para herşeyin ölçüsüdür. Para bir mübadele aracıdır.

Ayrıca, para değeri değişince, mübadeleler güven içinde ve istikrarlı yapılmayacak ve ticaret hacmi daralacaktır. O zaman para ülkeden dışarı akacaktır. Sosyal sınıflar arasında gelir farkları doğacak, özellikle sabit gelirlilerin satın alma güçleri azalacaktır. Daha modern anlamda, moneter değişmeler enflasyona (paranın değer kaybetmesi) deflasyona (paranın değer kazanması) yol açabilecektir.

b)
Nicola Oresme (1330-1382): Ortaçağın para değerindeki değişme sebeplerini araştıran bir iktisatçı da Oresme'dir. Bir Fransız olan Oresme, iktisadi konuları, mümkün olduğu kadar din ve ahlak faktörlerinden uzak tutarak incelemiştir.

''Paranın kaynağı, mahiyeti, rolü ve değerinin değişmesi'' adlı eserinde (1366), Oresme, hükümdarın paraya hakim olabileceğini benimseyen doktrini geliştirmiştir. Oresme paranın değerindeki değişmeleri sadece moral ilkelerle değil iktisadi sebeplerle de açıklamaya çalışmıştır. Çünkü moneter değişmeler mübadelelerin hacmini etkilemekte ve böylece paranın değerini belirlemektedir. Oresme'e göre para, değerli madenlerden yapılmaıdır. Para bir değer ölçüsü fonksiyonunu da gördüğünden maden paralar bozulmamalıdır. Para miktarı değişirse fiyatlar da değişir. Bu bakımdan, fiyatlarla para miktarı arasında bir ilişki kurulabilir. Fiyatlar yükselirse para miktarı azaltılır, fiyatlar düşerse para miktarı çoğaltılır. Amaç, para miktarı ile mal miktarı arasında bir denge kurabilmektir.


İslam'da İktisadi Doktrinler

1)
İslam iktisadının bir yandan değişmeyen, her zaman ve mekan için gerçerli olan bir değerler sistemi vardır. Bunlar Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammet'in hadislerine dayanmaktadır. Diğer yandan da zaman ve mekana göre değişen yönleri vardır. Bir başka ifadeyle İslam iktisadının hem normatif, hem de objektif yönü vardır.

2) İslam'da herşey Kuran'a dayanır. Kuran'da faiz yasaklanmış ve haram sayılmaktadır. Bütün ekonomik faaliyetlerin sınırı Kuran'da belirlenmiştir. Bu bakımdan, ekonomik konulara Kuran dışında pek yer verilmez. Para, daha çok gayri menkullere (toprak) ve altına yatırılmaktadır. İslamiyet bütün bir sosyal düzenin temeliydi. Toprak mülkiyetinde özel mülkiyet olmakla birlikte kamu mülkiyetine ağırlık verilmiştir. Vakıflar da bunun bir sonucudur.

3) İslam dini kara yer verir. Ancak bu kar sınırlıdır, meşrudur, tarafların zarar gelmesini istemez. Aslında İslam dini, ticari kapitalizmin (mal ticareti) uygulandığı dönemde, daha liberal bir davranışı benimser ve karı kabul eder. Kar aynı zamanda üretime dayanmalı ve üretimi uyarmalıdır.

4) Ücretler, insanların geçimini sağlayabilecek bir düzeyde olmalıdır. Bunun belirlenmesinde de devletin rolü büyüktür.

5) İslam düşüncesinde emeğe de büyük önem verilmiştir. Ancak bu emek daha çok tarımsal faaliyetlere dayanan bir emektir. (Eski Yunanda olduğu gibi)

6) Çalışarak kazanmak meşrudur ve bir kimse kendini ve geçindirecek kadar kazanmalıdır. Güçlü ve şöhret sahibi olmak amacıyla servet edinilemez. Fakirlere ve muhtaç kimselere yardım edilmelidir.

7) Diğer mallarda da özel mülkiyet kabul edilmiştir.

8) İslam hukukunda güçlü bir merkezi otoritenin bulunduğu da söylenebilir. Ancak bu otoriteye rağmen, iktisadi faaliyetlere doğrudan doğruya müdahale edilmediği görülmüştür. Üstelik, ticaretin serbest ve rahat bir ortamda yapılabilmesi için, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, yollar vs. devlet tarafından yapılmıştır.

9) Devletin alacağı vergiler ve kullanım alanları da Kuranda açıklanmıştır. Hiçkimse ek vergi koyamaz.

10) İslamda bilimsel özgürlüğü de yer verilmiş ve bilimsel yorumlar yapılmıştır(!)

İktisat Bilimine Giriş - Temel Kavramlar (1)

Giriş

Toplum halinde yaşayan insanlar çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sayısız faaliyetlerde bulunmaktadır. İnsanlar istedikleri mal ve hizmetleri hemen elde edemezler, istedikleri yerde istedikleri zamanda ve istedikleri kadar bulamazlar. Bu bakımdan, refaha kavuşmak ve daha mutlu olmak için insanlar karşılaştıkları ahenksizlikleri gidermeye çalışacaklardır. İşte, bu yönden alınacak kararlar ve uygulanacak yöntemler ''iktisadi faaliyetler''i meydana getirecektir. Böylece, ''iktisadi faaliyet'' insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek için mücadele ettikleri bir faaliyet biçimi anlamına gelmektedir. Daha özetle, ihtiyaçları tatmine yarayan faaliyetlere iktisadi faaliyet denir.

İnsanlar önce zaruri ihtiyaçlarını sağlayarak hayatlarını garanti altına almakta, sonra elden geldiği kadar gelirlerini arttırma yollarını aramaktadırlar. Bu bakımdan, iktisat bilimine ''çalışma faaliyetleri bilimi'' de denir.

İnsanlar toplum içinde yaşadıklarından tek başlarına hiçbir şey ifade etmezler. Toplum dışında insan gelişemez. Ne dile, ne kültüre, ne de yasalara gerek duyulur. Bunun içindir ki, iktisat bilimi sosyal bir bilim hüviyetini de kazanmış bulunmaktadır.

İnsanlığa ışık tutan eski Yunan'da ''oikonomia'' veya Oikonomos kelimesi, ''iyi bir ev idaresinin ilkeleri'' anlamına gelmektedir. Bu anlamda, ilk eser olan Xenephon'undur (Economique). 1615'de, Fransa'da Montchretien ''Economique'' kelimesine ''Politique'' kelimesini ekleyerek ilk eserini yayınlamıştır (Traite d'Economique Politique). Böylece ''ev ekonomisi'' yerine ''İktisat Bilimi'' anlamına gelen ''Economie Politique'' kullanılmaya başlanmıştır. Bu eser siyasal faaliyete atılacak olan devlet adamlarının bilimsel formasyonunda büyük rol oynamıştır.

Bazı olaylar arasında değişmez, kesin ilişkiler kurulduğu zaman, genellikle amaca varılması halinde bu değişmez ve kesin ilişkiler bilimsel kanun adını alır. Örneğin, tedavüldeki kağıt para miktarı arttırılırsa, diğer şartlar aynı kalmak üzere, fiyatlar genel düzeyi yükselir. Piyasa faiz haddi yükseldiği zaman tahvil fiyatları düşer. Çünkü, halk faizi düşük olan tahvili satıp parasını yüksek faize yatırır. Faiz haddi düşünce tahvil fiyatları yükselir. Bu olaylar genellik ve süreklilik gösterdiğinde kanunlara konu olabilmektedir.


İktisat Biliminin Tanımı


İktisat Bilimi, üretim ile tüketim veya arz ile talep arasında dengenin nasıl sağlanacağını ve üretim faktörlerinin (toprak, emek, sermaye ve müteşebbis (girişimci)) nasıl kullanılacağını inceleyen bir bilimdir.

Ancak, böyle bir tanım daha çok kapitalist sisteme uygun düşmektedir. Çünkü kapitalist sistem, ilke olarak piyasa ekonomisi kurallarına dayanır. Bu tanım sosyalist sistem için geçerli değildir.

İktisat bilimi, bazen de bir ''tercihler'' bilimi olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda iktisat, mevcut kaynaklarla talep edilen mal ve hizmetler arasındaki tercihleri araştırır. Örneğin, buğday üretimi neden şeker pancarı üretimine tercih edilmektedir?.. Ayrıca tüketiciler de tercih yapmaktadır. Örneğin, harcamaları mı arttırmalı yoksa tasarrufları mı? vb... İşte bu ve buna benzer sayısız sorulara iktisat bilimi cevap vermektedir.

Her siyasal iktidarın aynı iktisat politikasını uygulayacağı söylenemez. Doğal bilimlerin bile, belli sınırlar içinde ve belli ölçülerde değiştiği bir dünyada, iktisat biliminin de yüzde yüz kesin sonuçların beklenemeyeceği açıktır. Hele her ülkenin, iktisadi, sosyal, hukuki, siyasal yapılarının farklı olduğu dikkate alınırsa, iktisat bilimi ile uğraşanların da yanılmaları, hata etmeleri kaçınılmazdır.

İktisatçının araştırdığı bu ilişkilerin bir kısmı sebebe (causal) dayanır. Örneğin, herhangi bir malın fiyatı artınca, bu malın talebinde genelde bir azalma görülür. Bir kısım ilişkiler de karşılıklıdır. Örneğin, fiyatlar genel düzeyinin yükselmesi, para miktarının artmasına ve gelir artışı ile yakından ilgilidir. Böylece iktisatçı, iktisadi kanunları bulmaya çalışırken, bir çok olayları birleştiren bağları da belirlemek ve açıklamak zorunda kalacaktır. Örneğin, devalüsyon ile ticaret bilançosu açıklarının azaltılması arasında bir bağ kurulabilir mi? Tereyağ fiyatları ile sana yağı fiyatları arasında bir ilişki var mıdır? vb...

İktisatçı, ikinci olarak, olaylar arasındaki karşılıklı ilişkilerin ''sebepleri''ni de aramalıdır. Örneğin, tereyağ fiyatlarının artması, sana yağı fiyatlarının yükselmesinden mi ileri gelmiştir? Yoksa gelir artışları mı daha kaliteli malların talebini etkilemiştir? Veya nüfus artışı mı tereyağına olan talebi çoğaltmıştır? vb...


İktisat Kanunları Bilimsel midir?


Bilim, olaylar arasında değişmez, kesin sebep ve sonuç ilişkileri kurar ve yer bakımından geçerli kuralları ileri sürer. Bilimde en önemli koşul, olayların genellik ve devamlılık koşuludur. Azalan verim kanunu, artan verim kanunu, azalan fayda kanunu, arz ve talep kanunları bilimsel niteliktedir.

Bilim, aklımızı doğru olarak kullanma yolludur, şeklinde de tanımlanabilir. Ancak bu tanımda insanların rasyonel hareket etmeleri gerekeceği akla gelmektedir.. O zaman şöyle bir soru ileri sürülebilir; Rasyonel hareket ne demek? Rasyonel hareket, en iyi hareket midir? Yoksa rasyonel hareket de bir tercih midir? Mesela, içki içmek mi, içmemek mi rasyonel davranıştır? Teknolojinin gelişmesi rasyonel midir, değil midir? Bu ve buna benzer sorular kesinlikle yanıtlandıralamaz.

Bunun içindir ki, iktisat bilimindeki kanunların başlıca üç özelliği vardır, denebilir;

1- İktisat kanunları, ''nispi'' kanunlardır.. Nispi kanunlar, daha çok belli koşullar altında belli bir toplum veya belli bir ülke için geçerlidir. O toplumun veya ülkenin iktisadi ve sosyal yapıları, tüketim ve tasarruf meyilleri, inanç ve görüşleri, bir diğer toplumun ve ülkeinkinden farklı olabilir.

2- İktisat kanunları, bazen de her ülkede görülebilir ve uygulama alanı bulabilir. Biraz önce söylendiği gibi azalan ve artan verim kanunu vs. istisnalar dışında her ülkede görülebilen kanunlardır. İstisna diyoruz, çünkü her bilimde istisna olabilir. Nitekim iktisatta da bazen fiyatlar arttığı zaman, talep azalacağına artmaktadır. Özellikle enflasyon dönemlerinde ve ülkemizde buna rastlıyoruz.

3- İktisat kanunları bazen de, bilimsel olduğu halde, bir çok faktörün etkisiyle nispi kanunlar hüviyetine dönüşebilirler. Mesela, üretim kanunları, büyüme kanunları gibidir. Çünkü üretimde amaç maliyetleri düşürmek, en az emekle en fazla ürünü elde etmektir. Ne var ki, her zaman üretimi belirleyen en düşük maliyetler değildir. Zamanımızdaki tekeller, üretimi en düşük maliyete kadar götürmezler, daha yüksek maliyetlerde durdururlar. Ülkenin yasaları, teknik gelişme düzeyi, örf ve adetleri, baskı ve çıkar grupları, iklim koşulları, para politikası, kalkınma politikası gibi faktörler de maliyetler üzerinde büyük rol oynayabilirler. Böylece, iktisat kanunlarının yönü de değiştirilmiş olmaktadır.


İhtiyaçlar

İktisat biliminin başlıca konusu, kıt kaynaklarla sonsuz olan ihtiyaçların maksimum tatminini sağlamaktır. İhtiyaçların tatmini ise faydaya bağlıdır. Ancak fayda, ölçülemez, herkese göre değişebilirdir.

İktisatçıya göre ihtiyaç tatmin edildiği zaman haz, tatmin edilmediği zaman ızdırap veren bir duygudur. Bu tanımda, ihtiyacı tatmin eden malın, maddi veya manevi, faydalı ve zararlı olmasının önemi yoktur. Yeter ki, ihtiyacı karşılasın. Örneğin, içki bazılarına göre yemek kadar önemli bir ihtiyaçtır.

Doktora göre ihtiyaç, insan sağlığı için faydalı olan her şeydir. Hukukçuya göre, kanuna uygun ihtiyaçların yani ahlaki ihtiyaçların tatmini kabul edilmektedir. Ahlakdışı (hırsızlık) haraketler ihtiyaca konu olamaz.

İnsan ihtiyaçlarının bir kısmı biyolojik veya fizyolojik bir karakter taşır. Bunlar, yemek, içmek gibi zaruri besin maddelerinden oluşmaktadır. Bir kısmı, buzdolabı gibi dayanıklı sanayi mallarından ibarettir. Bir kısmı da eğlence ve seyehat gibi daha yüksek düzeyde ihtiyaçlardır. Genellikle denilebilir ki, ihtiyaçların maksimuma değil, minimuma doğru bir sınırı vardır. Yaşamak için, minimum seviyede zaruri besin maddeleri gereklidir. Acıkan veya susayan bir kimsenin önce konser dinlemesi pek düşünülemez.

Öte yandan, ihtiyaçların tatmini için de, insanlar, mal ve hizmetler alabilecek bir satın alma gücüne sahip olmalıdırlar. Her türlü faaliyetin amacı ihtiyaçların tatmini olduğuna göre, mal ve hizmet üretecek kaynakların bulunması ve işletilmesi de paraya dayanır. Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar ise artmaktadır. Bütün sorunlar da, bundan doğmaktadır.

Emek ve sermaye ile yaratılan mallara ''iktisadi mallar'' denir. Hava ve su gibi genellikle bol ve kendilğinden mevcut, yani insan emeği ile meydana gelmeyen bu tür mallara da ''serbest mallar'' adı verilir. İktisadi faaliyette, ister kişisel olsun, ister toplu olsun, ihtiyaçların giderilmesi için mal ve hizmetlerin üretilmesi gerekecektir.

İhtiyaçlar başlıca üç özellik gösterir;

a) İhtiyaçlar ''sayı'' bakımından sonsuzdur.
b) İhtiyaçlar ''kapasite'' bakımından sınırlıdır.
c) İhtiyaçlar ikame özelliğine sahiptir.

Bu özellikleri açıklayalım;

a) Toplumlar geliştikçe ihtiyaçlar da artar. Gelir düzeyleri yükseldiği zaman, insanlarda daha fazla boş zamana sahip olma, daha kaliteli mal alma arzusu başlar. Dün lüks sayılan bir mal, bugün zaruri bir mal olarak kabul edilebilir. Ancak burada şöyle bir soru akla gelebilir; Daha çok araç ve imkanlara sahip olan insanlar bugün daha mı mutludurlar?

Sonsuz ihtiyaçlar karşısında, ihtiyaçlarının büyük bir kısmını tatmin eden, diğerlerini edemeyen insan, sınırlı ihtiyaçlarını tatminini sağlamaya çalıştığı dönemden daha az mutlu olabilir.

b) İhtiyaçlar kapasite bakımından sınırlıdır demek, ihtiyaçların tatmin edildikçe bir doyma noktasına varması demektir. İhtiyaçların doyma noktasına varması ise iki şekilde belli olur.

Birincisi, ihtiyacın tatmini için belli bir miktar ürünün alınması, ikincisi, ihtiyaçlar tatmin edildikçe ona karşı duyulan arzunun azalmasıdır. Örneğin, yemek ihtiyacı, belirli bir besin maddesi ile giderilebilir. Eğer bu besin maddesinden daha fazla alınırsa bir rahatsızlık ve nefret başlar, yani tatmin negatif bir nitelik kazanır. Çünkü insan midesinin kapasitesi sınırlıdır.

c) İhtiyaçların ikame özelliğine gelince, bu da bir ihtiyacın yerine diğer bir ihtiyacın geçmesidir. Böylece, bir tüketim yerine başka bir tüketim ikame olmaktadır. Örneğin, şarap fiyatları yükselince bira tüketimi artabilir. Odun kömürünün yerine, maden kömürü alınabilir. Ancak bu durumda da talep ikinci mallara yönelince bunların fiyatları yükselecektir. Bu konuya fiyat bölümünde daha geniş yer verilecektir.


Üretim

Üretim, kısaca fayda yaratmaktır. Çünkü, mal ve hizmetleri talep etmemizin amacı, onların fayda sağlamalarıdır. Bu bakımdan, mal ve hizmetleri üretmek için üretim faktörleri belli oranlarda bir araya getirilir. Böylece üretim, firma adı verilen bir iktisadi ünitede ve girişimcinin yönetiminde belli miktarlarda üretim faktörlerinin bir araya gelmesiyle gerçekleşir.

Üretim, tüketim malları (ekmek, besin maddeleri veya buzdolabı, elbise vb) ve sermaye malları (teçhizat, makine) olarak ikiye ayrılır. Sermaye mallarına yatırım malları da denir. Çeşitli tüketim maddelerinin üretimde kullanılır.


Tüketim


Tüketim, ihtiyaçların doğrudan doğruya tatmini için mal ve hizmetlerin yok edilmesi veya zamanla yavaş yavaş kullanılmasıdır. Ancak, yok oluş veya zamanla kullanma bir ihtiyacı tatmin ettiği sürece ölçüde tüketim sayılacaktır. Örneğin, fırtına yüzünden ev yıkılır, mahsul zarara uğrarsa, bu tüketim sayılmayacaktır. Çünkü bu, ihtiyacı tatmin için yapılmış bir tüketim değildir.

Öte yandan, hizmetler de tüketim kapsamına girer. Bir doktorun, bir berberin hizmeti, birer tüketimdir. Güzel bir manzara seyretmek, şiir dinlemek, konserde sanatçının sesini yakından duymak bir çeşit tüketimdir. Ancak bu hizmetlerde bir yok oluş söz konusu değildir. Sadece yapılan hizmetler geçip gitmiştir, bir daha elde edilemez.


Tanımlar

İktisadi doktrinlerin daha iyi anlaşılması için doktrin, sistem, rejim, ideoloji kavramları üzerinde bir parça durmak faydalı olacaktır.

Doktrin

1- Doktrin değer hükmü verir. Subjektiftir. Çünkü tarafların kesin görüşlerini yansıtır. Devletin, sosyal bir düzende ihtiyaçlara ve iktisat politikasına yani siyasat otoriteye göre gelir dağılımını gerçekleştirmesi bir doktrindir. Gelir dağılımını serbest bırakması da bir doktrindir. Birincisi müdahaleci, ikincisi ise liberal doktrin adını alır.

2- Doktrin ''emredici'' bir nitelik taşır. İstekleri formüle eder, vergi koyar, ekonomik ve sosyal politikaya yön verir. ''Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'' der (Laisez faire, laisez passer). Teori ise daha çok ''yol gösterici'' bir niteliğe sahiptir. Genel olarak ve diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla, üretim azalınca fiyatlar yükselir, gibi.

3- Doktrin, çeşitli düşünce ve fikirleri birbirinden ayırır, onları karşı karşıya getirir. Teori ise, bu çeşitli düşünce ve fikirlerin objektif ortak taraflarını birleştirir.

4- Doktrin, siyaset, psikoloji ve ahlak ile de ilgilidir. Bu bakımdan, doktrin daha geniş bir alanı kapsar.

Doktrin, geniş anlamı ile, şöyle tanımlanabilir: Bir felsefi, dini, ekonomik veya edebi okulun fikirleri, düşünceleri ve dogmaları bütünüdür. Şüphesiz ki, doktrin bunlardan sadece biri üzerinde de durabilir.

İktisadi doktrinler, bilimsel gelişmenin tamamlayıcı unsurlarıdır. Çünkü, doktrinler doğup geliştiği doğal, ekonomik ve sosyal çevrelerin de etkisi altındadır. Fizyokratik doktrini açıklamak 18. yüzyılın felsefi, ekonomik, teolojik, sosyal ve politik fikirlerini tanımak, onları açıklamak demektir. Böylece, biraz da ahlaki ilkeleri içeren doktrinler bilimden ayrılarak, zamanla farklı biçimlere bürünmekte ve çeşitli anlamlara gelmektedir.

Doktrinlerin çeşitleri bir kaç şekilde olabilir:

a) Amaçlarına göre doktrinler; Örneğin, 19. yüzyıl Avrupasında doktrinin amacı refahı, yani üretimi ve tüketimi arttırmaktı. Hitler Almanyasında ise güçlü olmak ve savaşmaktı.

b) İyimser ve kötümser doktrinler; İyimser doktrin kişisel menfaatle genel menfaati uzlaştırır. Şöyle ki, tam rekabet veya piyasa ekonomisinde firmaların rekabeti, fiyatları düşürür. Fiyatların düşmesi de, tüketicilerin çıkarına (menfaatine)dır. Böylece, firma karını arttırmak için çalışırken bundan da tüketiciler yararlanmaktadır. İşte kişinin (firmanın) çıkarı ile toplum çıkarının uzlaşması budur. Kötümser doktrin ise gelir dağılımındaki dengesizliğe dikkat çeker.

c) Realist ve ütopik doktrinler; Liberalizm realist bir doktrindir. Çünkü liberalizm kişisel çıkarı ön planda tutar. Ütopik doktrin ise daha çok spiritüel (manevi)dir. Örneğin, Hindistan'da görüldüğü gibi, ruhun ölmezliği ütopik bir doktrindir. Hindu dininde bu olay tartışılmaz.

Sistem

1) Genel olarak, sistem dendiği zaman, elemanların birbiri üzerinde etki yaptığı ve organize olmuş bir bütün anlaşılır. Motor sistemi, gezegenler sistemi vb.

2) Sistem ister belli bir organizasyon, ister bütün bir ekonomi olsun, unsurlarının bütün halinde ahenkli işleyişidir. Bu tanımda 3 özellik göze çarpar;

a) Bir organizasyon: Organizasyon, ahenk, düzen, kuruluş, örgüt. Bu, kısmi bir sistemi (banka sistemi, para sistemi) açıklar. Banka sistemi, bankaların kendi aralarında ve Merkez Bankası ile olan ilişkileridir. Reeskont ve iskonto hadlerinin (oranlarının) yükseltilip indirilmesi, kredilerin dağılım biçimi, faiz hadleri gibi işlemler bankalar sisteminin önemli kısımlarıdır.

b) Bütün ekonomi: Bundan amaç, sistemin bütün ekonomiye uygulanmasıdır. (kapitalist sistem, sosyalist sistem gibi)

c) Ahenkli işleyiş: Bu ise bütünü oluşturan elemanların birbirine bağlılığıdır. Bu bakımdan, sistemler kısmi ve genel sistem olmak üzere ikiye ayrılır.

Sistem elemanları yada elemanların bir kısmı, fonksiyonlarını yerine getiremezse bütünün yeniden işleyebilmesi için aksayan elemanlara müdahale etmek kaçınılmaz olur. 19. yüzyılın liberal ekonomi anlayışında tam rekabet koşulları gerçekleştiği ve devam ettiği sürece devlet bir müdahalede bulunmamıştır. Sistemde aksamaların başlaması, müdahaleye zemin hazırlayan bir faktör olmuştur. Aslında, tam rekabet, firmaların birbirine etki veya baskı yapmayacağı varsayımına dayanır. Bu bakımdan, rekabet bir ''anarşi faktörü'' değil, bir organizasyon ilkesidir. Eğer elemanlar veya cisimler cansız ise (taş yığınları gibi) birbiri üzerlerine etki yapmayacaklar ve rekabete girişemeyeceklerdir.

3) İktisadi sistem şöyle tanımlanabilir; Kişisel refah düzeyini yükseltmek amacı ile izlenen yollara, uygulanan yöntemlere ve kullanılan araçlara iktisadi sistem denir. Bir tanıma göre de iktisadi sistem: ''Üretim, gelir dağılımı ve tüketim metodudur.'' Çünkü her iktisadi sistemin, üretim, tüketim, organizasyonu ve gelir dağılım biçimleri farklıdır.

İktisadi sistemler de zamanla değişir. Bunun en açık örneğini, Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov'un 1987'den itibaren başlattığı ''yeniden yapılanma'' politikasıdır. Bu politkanın başlıca amacı, ekonomide reformlar yapmak, serbest piyasaya önem vermek, komünist partileri kaldırmak, serbest seçimle bağımsız siyasal partileri kurmak, yabancı sermaye ve yatırımlara yer vermek ve böylece verimi (üretimi) arttırıp kişinin refah seviyesini yükseltmektir. Nitekim, Doğu bloku ülkelerinde görülen isyan ve ihtilaller, katı ve sert uygulanan sosyalizme karşı daha liberalleşmek istenmesinin bir sonucudur.

Bir iktisat sisteminin etkinlik derecesi, başlıca üretim, istihdam ve gelir dağılımı seviyesi ile ölçülebilir.

Rejim

Rejim bir sistemin (kapitalizm) veya bazen de iki sistemin (kapitalizm ve sosyalizm) belli kısımlarının aynı zamanda uygulanması durumudur.

1) Rejim hükümet şekli, yönetim şekli anlamına gelmektedir. Rejim, bir sistemin uygulanması olduğundan, teorik değil, daha çok reel yani uygulanan bir organizasyonudur. Bugün Türkiye ve Fransa'nın uyguladığı, kapitalist rejimdir.

2) Rejim, bir ekonomik sistemde, kişilerin üretim ve tüketim koşullarını ve bunlarla ilgili davranışlarını belirleyen kanunlardır, şeklinde de tanımlanabilir. Bu kanunlar mülkiyet ve özgürlük kanunlarıdır. Mülkiyet kanunları serbest olabilir, kısıtlanabilir, kaldırılabilir. Bunun içindir ki, rejimde hukuki ve siyasal strüktürler (yapılar) önemli rol oynarlar.

Sistem ise, konunun özüne, temeline gitme imkanı verir ve daha çok teoriye dayanır. Ancak sistem teoriden daha geneldir.. Sistem, teorilerden oluşur.

Öte yandan, sistemler genellikle pür olarak uygulanamaz. Çağımızda artık ne yüzde yüz bir kapitalizme, ne de yüzde yüz sosyalizme rastlıyoruz. Kapitalizmin yanında sosyalizmin, aynı biçimde, sosyalizmin yanında da kapitalizmin bazı kurallarına yer veriliyor. Realitede sistemden çok rejimden söz edilmesinin başlıca sebebi de budur. Kısaca rejim, sistemin bir kısmıdır, realiteye yansıyan ve uygulanan bir parçasıdır.

İdeoloji

İdeoloji, fikir ve düşüncelerin nasıl doğup geliştiğini açıklamaya çalışan bir bilim, bir yöntemdir. Buna dayanarak çeşitli tanımlamalar yapılabilir.

1) Bir toplumun veya bir bölümünün şu veya bu şekilde olması, yönlendirilmesi gerektiğine inananların düşünce ve fikirleridir. Aşırı milliyetçilik, faşizm, sosyalizm gibi.

2) İdeoloji, bir toplumun veya bir sınıfın durumunu belirtmeye, açıklamaya, yorumlamaya yarayan, çok defa organize olmuş fikirler ve yargılar sistemidir. Irkçılık, din ve soyalizm gibi.

3) Bir düşünce sistemidir. Topluma sosyal bir yön verebilir. Bu bakımdan, ideoloji ''stratejik bir olay''dır. ''Tarihsel faaliyetler aracı''dır.

4) Kişisel ve kollektif çıkarlara da dayanır. Geçmiş dönemlerin değerlerini sembolleştirir.

5) Psiko-sosyal bir olaydır. Endişe verici ve saldırgan hallerde kendini belli edebilir. (Faşizm gibi)

6) Milliyetçi akımlara dönüşebilir ve öbür akımlara karşı aksiyoner olabilir.

7) Uluslararası bir topluma dayanabilir. Sol eğilimli olabilir. Marxist komünizmin uluslararası işçi sınıfına başvurması gibi.

8) Belli bir sınıfa veya siyasal bir partiye hitap edebilir. Başka bir deyişle, ideoloji, sosyal bir sınıfın veya bir siyasal partinin davranışlarına ve hareketlerine yön verebilir.

9) İktidara gelmeme üzere baskı grupları oluşturabilir.

10) Reformist olabilir.

11) İhtilalci bir nitelik taşıyabilir.

15) İdeolojiler dine de dayanabilir. Mesela kapitalizmnin gelişmesinde ''kalvinizm'' rolü büyük olmuştur. Çünkü kalvinizme göre insan Tanrı için çalışmalıdır. İnsan çalışmak için dünyaya gelmiştir.

İdeolojiler, bilimsel yönlerini kaybedebilir ve farklı yorumlara yol açabilir. Böylece bilimsel anlayıştan uzaklaşan düşünce ve fikirler adını alırlar ve adeta bir savaş aracı olarak kullanılırlar. Sosyal ve ekonomik yapıları ayrı ülkeler veya aynı ülkenin sınıfları arasında da ideolojik savaş sürebilir.

1 Şubat 2009 Pazar

Korkuda Bir Kavram

Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin François, Comte de Chasseboeuf, 1757 1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açısından; şöyle anlatıyor: İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe; babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksinmeler (ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara; sonuç çıkarmalara (istidlallere) yöneldi. İnsan zekası, giderek, soyut bilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı:

1. Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri tatlı etkiler uyandırmaktadırlar. Acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu. Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara yaklaşmak istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün bu ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalıydı. İşte Tanrılık irade, Tanrılık zeka düşüncesi böyle başladı. Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaşının önünde nasıl alçalıyor, ona nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk dua. Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken onu düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce varlıklarını yaratmaya başladığının farkında bile değildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düşünce varlıkları pek çoktular, şu halde evren, sayısız Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk insanların dini böyle başladı.
(İlk sistem: Fizik güçlere tapmak)

2. Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün zeka, güçlünün önünde eğiliş, yalvarış, düşünce varlıkları, bu varlıkların çokluğu, iyilikçi ya da kötülükçü varlıklar) insanların tarım gereksemeleri için göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya başlayan insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi, büyümesi ve kuruması arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla insanların gözüne çarpıyordu. Şu halde yeryüzünü yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı. On beş bin yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında yaşayan zenci ırktan ilkel topluluklardı.
(İkinci sistem: Yıldızlara tapmak)

3. İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini duyunca, bunlara yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı. Tebli Habeş, ırmağın taşması sırasında görünen yıldızlara taşma yıldızları, sapan sürme sırasında görünen yıldızlara öküz ya da boğa yıldızları, aslanların susuzluktan çölleri bırakıp ırmak boylarına geldiği sırada görünen yıldızlara aslan yıldızları, kuzuların ya da oğlakların doğduğu zaman görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak yıldızları adını veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu, kış mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor, boğa yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili böylelikle mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu. Artık insan, göğün boğasından (boğa adını verdiği yıldızlardan) beklediği gücü, yeryüzündeki boğadan da bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı.
(Üçüncü sistem: Putlara tapmak)

4. Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi, temizlik, erdem melekleri; kötülük getiren tanrılara da cahillik; günah, kabahat zebanileri denilmeye başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine uymadığından tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve ıstırap tapınmasıydı.
(Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere tapmak)

5. Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte cennet ve cehennem düşünceleri bu hikayelerden doğdu. Yüzyıllardan beri öldükten sonra ne olacağını kendi kendine soran insan, bu yerlerde yaşayabilmek düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler. Bundan da tanrı tüzesinin (adaletinin) insanların tüzelerindeki yanlışları düzelttiği düşüncesi doğdu.
(Beşinci sistem: Mistiklik, büyük yargıca tapmak)

6. İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü tanımaya başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir kocaman pergel gibi göklere açılarak göklerin akıllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesaplandı. Dünyanın evren içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı düşüncesi önce dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene yayıldı. Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok daha yaygın bir varlık olmalıydı.
(Altıncı sistem: Evrene tapmak)

7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlıkta birleştirmeyi doğru bulmayarak bunları birbirlerinden ayırdılar. Her türlü kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına bakarak yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl, ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini hareket ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu oldu. Her varlık, büyük varlığın bir parçasını taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da tözdü.
(Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak)

8. Matematik ve fizik gelişiyordu ama, insanların büyük çoğunluğu bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin getirdiği bilimsel deyişler, çoğunluğun elinde bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir işçisi olmalıydı.
(Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak)

Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da çıkılmış, sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler eskiden Nil kıyılarında da olmuştur. Volney, gök ölçüsünün, doğum yeri olarak Mısır topraklarını görmektedir. Volney’e göre, bütün din sistemleri, eski Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere tapmak sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chrisna’sı (Krişna), Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski Mısırlıların güneşe taktıkları koruyucu anlamındaki chris sözcüğünden gelmedir. Ayrıca, eski Mısırlılar güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş Yés-su ya da Jesus(İsa) adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar bu adı Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı Baküs de, Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek olarak Minerva’dan babasız olarak doğmuştu.

Bir XX. yüzyıl düşünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlıkla sonsuz varlık arasında kurulan bağda bulmaktadır. ''Felicien Challaye'a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla karşılaşınca kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi kişiliklerinin dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları anda sonsuzu duymuşlardır. Ben varım, varlığa katılıyorum. Ne yalnız anam babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne de bütün insanlık ve bütün hayvanlık beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende toplanıyor. Bir güneş, bir samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de var olamazdım. Ben, evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde varlığı buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi her yandan sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza kadar benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz varlık'tır.

Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz varlığa bağlılık duyması, onun önünde eğilip ona tapması, onu evlatçı bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatın bütün yönlerini bulması akla uygundur. Bu akla uygunluk ve sevgi, gök ölçüsünün temelidir.

Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle olmuştur: İlk eğilim, karşılandığı zaman sevinç, karşılanmadığı zaman acı veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla ruhsallaşır, toplumun etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı eğilimi, korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini sevimsiz, aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluş düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu bağdaştırmaya çabalar. İnsanın doğal eğilimlerinden bir başkası da, merak eğilimi, bu çabayı destekler. Evreni tanımak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan doğmuştur. İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati) de ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu varlıklardan aşarak sonsuz varlığa yönelmiştir (mistisizm). Din, bu üç doğal eğilimin, korunma içgüdüsünün, merakın ve sevginin zekayla ruhsallaşmasından ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur.

Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de şöyle sıralamaktadır:

1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde belirmiş bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem maddede, hem ruhta beliriyordu. İlkel insanlar bu güce Mana adını taktılar. Mana düşüncesine bütün dinlerde çeşitli semboller halinde rastlanmaktadır. En ileri felsefelerde bile çıkış noktası hep bu ilkel Mana düşüncesidir.

2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden çıkmıştır. Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın insanları belli bir hayvan, ya da bitki çeşidini en çok Mana toplayıcı saymışlar ve onu kutsal görmüşlerdir.

3. İnsan, kendi canını düşününce Mana'yı kişileştirmiştir. Bundan da ölümden sonra yaşama düşüncesi doğmuş, ölümden sonra yaşama düşüncesi ölülere tapınmaya yol açmıştır.

4. Mana'nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm) meydana getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna benzer ruhlar bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm adıyla adlandırılan animizmin büyücülüğe yol açması kolaylıkla anlaşılır bir olaydır.

5. İnsan, Mana'da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, dine töresel kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni sağlamak için gereklidir.

6. İnsan, Mana'yı kişileştirince artık onu her baktığı yerde görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette çoktanrıcılık olacaktı.

7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki ilerleme bu çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol açmıştır. Bu birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları sıralayarak en büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve biricik Tanrısına varmıştır.

8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme, engin evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ileri sürer.

Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçiş hali en ilkel totemizmden çok gelişmiş dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarıdır.

Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonunda, kendini rahat ettirecek, mutlu kılacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden başladı, sonra göğe çıktı. Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu ürküten gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu. Hele, insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karşılaması bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü, karanlıkları olduğu kadar, aydınlıkları da düzenliyor, hemen her alanda yararlı oluyordu. İnsanlar birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını bile bu ölçüye vurarak çözmeye başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye sığınarak birleşmeye çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan yapısını çeşitli açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir ölçüydü.
-
Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi
Korkuda Bir Kavram