1 Şubat 2009 Pazar

Korkuda Bir Kavram

Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin François, Comte de Chasseboeuf, 1757 1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açısından; şöyle anlatıyor: İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe; babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksinmeler (ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara; sonuç çıkarmalara (istidlallere) yöneldi. İnsan zekası, giderek, soyut bilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı:

1. Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri tatlı etkiler uyandırmaktadırlar. Acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu. Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara yaklaşmak istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün bu ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalıydı. İşte Tanrılık irade, Tanrılık zeka düşüncesi böyle başladı. Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaşının önünde nasıl alçalıyor, ona nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk dua. Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken onu düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce varlıklarını yaratmaya başladığının farkında bile değildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düşünce varlıkları pek çoktular, şu halde evren, sayısız Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk insanların dini böyle başladı.
(İlk sistem: Fizik güçlere tapmak)

2. Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün zeka, güçlünün önünde eğiliş, yalvarış, düşünce varlıkları, bu varlıkların çokluğu, iyilikçi ya da kötülükçü varlıklar) insanların tarım gereksemeleri için göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya başlayan insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi, büyümesi ve kuruması arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla insanların gözüne çarpıyordu. Şu halde yeryüzünü yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı. On beş bin yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında yaşayan zenci ırktan ilkel topluluklardı.
(İkinci sistem: Yıldızlara tapmak)

3. İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini duyunca, bunlara yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı. Tebli Habeş, ırmağın taşması sırasında görünen yıldızlara taşma yıldızları, sapan sürme sırasında görünen yıldızlara öküz ya da boğa yıldızları, aslanların susuzluktan çölleri bırakıp ırmak boylarına geldiği sırada görünen yıldızlara aslan yıldızları, kuzuların ya da oğlakların doğduğu zaman görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak yıldızları adını veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu, kış mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor, boğa yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili böylelikle mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu. Artık insan, göğün boğasından (boğa adını verdiği yıldızlardan) beklediği gücü, yeryüzündeki boğadan da bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı.
(Üçüncü sistem: Putlara tapmak)

4. Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi, temizlik, erdem melekleri; kötülük getiren tanrılara da cahillik; günah, kabahat zebanileri denilmeye başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine uymadığından tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve ıstırap tapınmasıydı.
(Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere tapmak)

5. Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte cennet ve cehennem düşünceleri bu hikayelerden doğdu. Yüzyıllardan beri öldükten sonra ne olacağını kendi kendine soran insan, bu yerlerde yaşayabilmek düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler. Bundan da tanrı tüzesinin (adaletinin) insanların tüzelerindeki yanlışları düzelttiği düşüncesi doğdu.
(Beşinci sistem: Mistiklik, büyük yargıca tapmak)

6. İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü tanımaya başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir kocaman pergel gibi göklere açılarak göklerin akıllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesaplandı. Dünyanın evren içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı düşüncesi önce dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene yayıldı. Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok daha yaygın bir varlık olmalıydı.
(Altıncı sistem: Evrene tapmak)

7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlıkta birleştirmeyi doğru bulmayarak bunları birbirlerinden ayırdılar. Her türlü kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına bakarak yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl, ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini hareket ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu oldu. Her varlık, büyük varlığın bir parçasını taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da tözdü.
(Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak)

8. Matematik ve fizik gelişiyordu ama, insanların büyük çoğunluğu bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin getirdiği bilimsel deyişler, çoğunluğun elinde bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir işçisi olmalıydı.
(Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak)

Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da çıkılmış, sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler eskiden Nil kıyılarında da olmuştur. Volney, gök ölçüsünün, doğum yeri olarak Mısır topraklarını görmektedir. Volney’e göre, bütün din sistemleri, eski Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere tapmak sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chrisna’sı (Krişna), Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski Mısırlıların güneşe taktıkları koruyucu anlamındaki chris sözcüğünden gelmedir. Ayrıca, eski Mısırlılar güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş Yés-su ya da Jesus(İsa) adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar bu adı Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı Baküs de, Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek olarak Minerva’dan babasız olarak doğmuştu.

Bir XX. yüzyıl düşünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlıkla sonsuz varlık arasında kurulan bağda bulmaktadır. ''Felicien Challaye'a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla karşılaşınca kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi kişiliklerinin dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları anda sonsuzu duymuşlardır. Ben varım, varlığa katılıyorum. Ne yalnız anam babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne de bütün insanlık ve bütün hayvanlık beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende toplanıyor. Bir güneş, bir samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de var olamazdım. Ben, evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde varlığı buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi her yandan sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza kadar benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz varlık'tır.

Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz varlığa bağlılık duyması, onun önünde eğilip ona tapması, onu evlatçı bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatın bütün yönlerini bulması akla uygundur. Bu akla uygunluk ve sevgi, gök ölçüsünün temelidir.

Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle olmuştur: İlk eğilim, karşılandığı zaman sevinç, karşılanmadığı zaman acı veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla ruhsallaşır, toplumun etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı eğilimi, korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini sevimsiz, aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluş düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu bağdaştırmaya çabalar. İnsanın doğal eğilimlerinden bir başkası da, merak eğilimi, bu çabayı destekler. Evreni tanımak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan doğmuştur. İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati) de ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu varlıklardan aşarak sonsuz varlığa yönelmiştir (mistisizm). Din, bu üç doğal eğilimin, korunma içgüdüsünün, merakın ve sevginin zekayla ruhsallaşmasından ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur.

Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de şöyle sıralamaktadır:

1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde belirmiş bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem maddede, hem ruhta beliriyordu. İlkel insanlar bu güce Mana adını taktılar. Mana düşüncesine bütün dinlerde çeşitli semboller halinde rastlanmaktadır. En ileri felsefelerde bile çıkış noktası hep bu ilkel Mana düşüncesidir.

2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden çıkmıştır. Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın insanları belli bir hayvan, ya da bitki çeşidini en çok Mana toplayıcı saymışlar ve onu kutsal görmüşlerdir.

3. İnsan, kendi canını düşününce Mana'yı kişileştirmiştir. Bundan da ölümden sonra yaşama düşüncesi doğmuş, ölümden sonra yaşama düşüncesi ölülere tapınmaya yol açmıştır.

4. Mana'nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm) meydana getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna benzer ruhlar bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm adıyla adlandırılan animizmin büyücülüğe yol açması kolaylıkla anlaşılır bir olaydır.

5. İnsan, Mana'da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, dine töresel kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni sağlamak için gereklidir.

6. İnsan, Mana'yı kişileştirince artık onu her baktığı yerde görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette çoktanrıcılık olacaktı.

7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki ilerleme bu çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol açmıştır. Bu birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları sıralayarak en büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve biricik Tanrısına varmıştır.

8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme, engin evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ileri sürer.

Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçiş hali en ilkel totemizmden çok gelişmiş dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarıdır.

Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonunda, kendini rahat ettirecek, mutlu kılacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden başladı, sonra göğe çıktı. Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu ürküten gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu. Hele, insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karşılaması bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü, karanlıkları olduğu kadar, aydınlıkları da düzenliyor, hemen her alanda yararlı oluyordu. İnsanlar birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını bile bu ölçüye vurarak çözmeye başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye sığınarak birleşmeye çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan yapısını çeşitli açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir ölçüydü.
-
Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi
Korkuda Bir Kavram

Bertrand Russell'ın Dine Bakışı

Russell, kendi pozisyonunun agnostisizmin ateist kanadında olduğunu belirtir.

Russell'ın göz önünde bulundurduğu dinin her şeyden önce Hristiyanlık dini olduğu, daha sonra görüşlerini genel olarak din kavramının tamamına yaydığı görülmektedir.

Russell, zihinsel bakımdan herhangi bir dinin doğru olduğunu kabul etmek için elimizde yeterli kanıtın olmadığını söyler. Ona göre insanların dini kabul etmelerinin gerçek sebebinin akılla hiçbir ilgisi yoktur. İnsanlar dini duygu yoluyla benimsemektedirler. Ancak, duygularımızın bize hiçbir şekilde doğruyu bulmamızda yardımcı olamayacağını ve dolayısıyla inanmada ortaya çıkan duygu ağırlığının da bu anlamda bizi gerçeklerle buluşturmasının olanaksızlığına dikkati çekmektedir.

"İnananların, inanmayanlara nazaran genellikle daha mutlu veya daha mutsuz olduğunu görmedim. Yani inanmak insanları daha mutlu kılmıyor. Aynı şekilde inanmamak da insanları mutsuz kılmıyor. Bana göre, esas ve önemli erdemler, iyi kalplilik ve zekadır. İnanç vs. değildir. Böyle olmasına rağmen zeka, her türlü inançla engellenir; iyi kalplilik ise günah ve ceza duygusuyla körleşir.

"Russell'a göre, dinin bir olumsuz yönü de, onun mantıkla olan ilgisini kuramamış olmasıdır. Ona göre, din ve dolayısıyla inanma, mantığa uygun düşmelidir.

Russell'a göre, Tanrı'nın varlığının kanıtlanması noktasında öne sürülen delillerin arka planında genellikle insanların inançlarını rasyonelleştirme çabaları yatmaktadır. O, Tanrı'nın varlığına inanma isteğinin birtakım deliller ortaya konulmasını sağladığını, böyle bir istek olmasa kanıtların ortaya konulamayacağı görüşündedir.Russell'a göre, insanları Tanrı'ya inanmaya götüren şey, hiç de bir zihin muhakemesi değildir. Çoğu insanın Tanrı'ya inanması küçük yaştan öyle yetiştirildikleri içindir.

Tanrı'nın "ilk neden" olması hakkındaki görüşü: Her şeyin bir nedeni olması gerekiyorsa, Tanrı'nın da bir nedeni olması gerekir. Nedensiz herhangi bir şey olabilirse, dünya Tanrı'nın kendi de olabilir, böylece bu delilin geçerli bir yönü kalmaz. Russell'a göre, bu, Hinduların görüşüne benzer; onlara göre dünya, bir fil üstünde durmaktadır, filse bir kaplumbağanın. "Peki, ya kaplumbağa?" diye sorulunca, Hintli, "konuyu değiştirsek nasıl olur?" diye cevap vermiştir.

Bertrand Russell'ın "SORGULAYAN DENEMELER"inden:

* Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav, bütün inançlarımızın kuşku götürür olmasıdır.

* İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür.

* Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir.

* Çok kimse aklın tek işlevinin kişinin kendi özlem ve gereksinimlerinin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu söylemektedir.* Eskiden mantık, çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığımızda olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur.

* Rasyonelliğin kuramsal yanı, olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden farksızdır.

* Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı durumlarda olasılığı en kuvvetli olan görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana atılamayacak ölçüde olasılığı olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların tercihini gerektiren bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir.

* İrrasyonalizm, yani nesnel hakikati yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan bir şeyde ısrar etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan bir şeyi yadsımak arzusundan kaynaklanır.

* Bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak; ya da bazı konularda birşeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce "özgür" değildir.

* William James "inanma arzusu" konusunda öğütler vermiştir. Ben şahsen "kuşku duyma arzusu"nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi mevcuttur.

* Kendi kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız.

* Gerçek bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen, bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.

* Bilimde bir gözlemci, sonuçları "olası hata" değerleri ile birlikte ifade eder. Bir ilahiyatçı veya politikacının dogmalarındaki olası hata payını belirttiğini, ya da onlarda herhangi bir hatanın var olabileceğini kabul ettiğini duyan var mıdır?

Bertrand Russell'a göre din ve korku;

Russell, dini, insandaki korku duygusuyla temellendirmektedir.

"Dinin her şeyden önce ve genellikle korku üzerine kurulmuş olduğunu sanıyorum. Bu kısmen bilinmeyenin korkusudur, kısmen de... başınıza gelecek güçlüklerde ve itişmelerinizde yanıbaşınızda duracak bir ağabeyin olmasını size isteten korkudur. Bütün dinin kökü korkudur. Bilinmeyenin, yenilmenin ve ölümün saldığı korku."

Russell, yaşamın her alanında dine gereksinim duymanın yersiz olduğunu ve böyle davranmak isteyenlerin de korkak olduğunu belirterek bu noktada şunları söylemektedir:

"Bu insanlar, bir çeşit korkaklık gösteriyorlar. Başka bir alanda olsaydı onların bu davranışları küçümsemeyle karşılanırdı. Fakat olaylar din alanında geçtiğine göre bu iş hayranlık verici sayılmaktadır. Hangi alanda olursa olsun korkaklığa hayranlık duymam ben."

Russell'a göre, insanların üç çeşit korkusu vardır:

1. Doğanın kendisine yapabileceği şeyler: Yani tabiat onu yıldırımla çarpabilir, ya da depremle yutup yok edebilir.

2. Başka insanların kendisine yapabileceği şeyler: Örneğin onu savaşta öldürmek gibi.

3. İnsanların üzülüp pişmanlık duyabilecekleri şeyler.Din insanların üzüntü ve korkularından en az etkilenmelerine yardımcı olmaktadır. Bir başka deyişle insanların korkularının üstesinden gelebilmeleri için dine gereksinim duyulmaktadır.


http://dinsiz.blogspot.com/2007/02/bertrand-russelln-dine-bak.html